Şuanda 62 konuk çevrimiçi
BugünBugün341
DünDün2801
Bu haftaBu hafta6862
Bu ayBu ay27864
ToplamToplam10189918
Biz yanlıştık da siz doğru muydunuz ile ilgili önceki yazılar PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Perşembe, 31 Mart 2022 18:27


Biz yanlıştık da siz doğru muydunuz, başlıklı yazı tahminimden fazla ilgi gördü. Birkaç kişi bana Oğuzhan Müftüoğlu ile yapılan uzun söyleşinin ve Tarihle Söyleşiler kitaplarının linklerini gönderdi. İlkini okumuş, ikincisinin de ilk iki kitabını okumuş ve bunlarla ilgili yazılar yazmıştım. Bu yazılardan üçünü kopyalayıp aşağıda aktarıyorum. Eğer sitede sağ üst köşeye aradığınız yazının adını ilk birkaç kelime olarak bile yazarsını,z orası size sitedeki 4000 kadar yazı arasında aradığınızın hangileri olduğunu gösterir.

Gerek Oğuzhan’ın söyleşisi ve gerekse de Tarihle Söyleşiler’de değişik kişilerin hem Acilciler ve hem de hakkımda yaptıkları belirlemeleri memnuniyetle karşıladım. Eğer ben ve biz söylediğiniz gibi dar, sekter, mücadeleden uzak olsaydık, kitapların yayınlanma tarihi dikkate alınırsa, aradan 30 yıl geçtikten sonra benden ve bizden söz etmenize gerek kalmazdı. Ne gerek var, öyle değil mi?

Söz etmeye ve hem de sıkça söz etmeye gerek duymanız 1970’li yılların ikinci yarısında –ya da TDAS yayınlandıktan sonra- sizi ne kadar zorladığımızı gösterir. Gerisini anlatmayayım, okuyun…

İsterseniz sitede başka aramalar da yapın…

oğuzhan müftüoğlu ve acilciler (1)

PDF

Yazdır

e-Posta

Share

Oğuzhan Müftüoğlu’nun anılarını içeren kitap, Adnan Bostancıoğlu’nun kendisiyle yaptığı uzun söyleşi temelinde, bu yıl içinde Ayrıntı Yayınları’nda yayımlandı. Bendeki kitap 4. baskıdır.

330 sayfalık kitabın her tarafından söz etmem mümkün değil. Bu nedenle kendimi Acilciler konusuyla sınırlandıracağım.

Oğuzhan Müftüoğlu, daha sonra Acilciler olarak anılacak örgütün 1974-1975 yıllarındaki kuruluşunun yaşayan önemli tanıklarından birisidir. Kuruluş ve politik hattımız ile ilgili görüşleri, farklı ve yoğun teorik mücadele içinde bulunduğumuz bir örgütün önde gelen kişilerinden birisi olması nedeniyle, bizimkilerinkinden doğal olarak farklıdır.

Başlarken şu kadarı söylenebilir: 1970 yılında İleri Dergisi’nin 6. ve son sayısının yazı işleri sorumlusu olduğum aylardan beri tanıdığım Oğuzhan’ın anlattıkları esas olarak doğrudur. Aradaki bazı yanlışların da –birazdan açıklayacağım- yanlış hatırlama ya da yanlış bilgi aktarımı temelinde oluştuğunu düşünüyorum.

Kitabı herkesin okumadığını varsayarak ilgili bölümleri aktarayım:

Oğuzhan Müftüoğlu 1974 affıyla tahliye olduktan sonra dışarıdaki durumu şöyle anlatıyor:

“Bizim kesimde de hem fikri bakımdan hem fiili olarak tam bir dağınıklık ve keşmekeş vardı. Önceden tahliye olarak dışarıya çıkmış olan arkadaşlardan Mahir Sayın, Mustafa Kaçaroğlu, İlhami Aras kendilerine göre bir merkezi ekip çalışması yürütme çabasındaydılar. Ama Mahir Çayan’ın eylem çizgisinin yanlış olduğu görüşüne dayanan bir arayış içindeydiler. Bunların yanı sıra sonradan Acilciler olarak bilinen bir grup daha vardı.” (s. 134)

1974 yılında değişik illerle bağlantımız olmakla birlikte, en güçlü olduğumuz yer Ankara idi. Örgüt Ankara’da kuruldu ve buradan hareketle ülkeye yayıldı.

Oğuzhan’ın tahliye olduktan sonra sonradan Acilciler diye anılacak grubun varlığını hissetmesi bu temeldedir.

Devam edelim…

Adnan Bostancıoğlu soruyor:

“Az önce ‘Acilciler’den bahsettin. Onlarla senin bir ilişkin oldu mu?”

Oğuzhan uzun bir cevap veriyor:

“Bu grup 12 Mart sonrasında Koray Doğan ve Selami Şakiroğlu vasıtasıyla bizimle ilişkilenen genç arkadaşlardı… Engin Erkiner çevresinde toplanan bir grup…

Daha önce anlatmıştım sanırım, Selami benden önce yakalanmıştı. Onun ve benim ifadelerimizde, Engin’in ve diğer arkadaşların isimleri geçmediğinden yakalanmamıştı. Ancak daha sonra yakalanan başka bazı arkadaşların ifadesinde Koray Doğan ve Selami’yle bağlantılı olarak onun ismi de verilmiş. Bu nedenle tutuklandıktan sonra cezaevindeyken haber göndererek kendilerini bilgilendirmiş, ilişkilerini dağıtmalarını istemiştim. Buna rağmen onlar yakalanmadan önce benim kendilerine saklamaları için gönderdiğim ‘Kesintisiz Devrim 2-3’ diye bilinen broşür taslağını teksirle çoğaltıp dağıtmışlar. Onun etrafında kendilerine göre örgütlü bir yapı oluşturmuşlar.” (s. 136)

Konuyla ilgili anlatımın sonraki bölümüne geçmeden önce burada biraz duralım…

O dönem bana gelen haberlerden bildiğim kadarıyla yakalanma sırası Oğuzhan’ın belirttiği gibi değil…

12 Mart’tan hemen sonra Ankara’da saklanan ve şiddetle aranan kişiler arasında irtibat kurulmasında çalışan kişilerden bir tanesiydim.

Benim irtibat kurduğum kişiler Ertuğrul Kürkçü, Sinan Kazım Özüdoğru ile Yusuf Küpeli idi. Bunlar arasındaki haberleşmeyi sağlıyordum. Deşifre olmamış, güvenilir kişiler vasıtasıyla haberleşmek, telefonla haberleşmeye göre çok daha sağlıklıydı.

Ankara’da merkez irtibatın başında Selahattin Güleç ve Koray Doğan vardı.

Koray Doğan bir süre sonra pusu kurulmuş bir eve gider, kaçmayı başarır ve kaçarken sırtından vurularak öldürülür.

Bilebildiğim kadarıyla büyük iş Selahattin’e kaldı. Selami de aynı alanda faaliyet gösteren kişilerden bir tanesiydi. Kim tam olarak ne iş yapıyordu, bilmiyordum, bilmem de gerekmiyordu.

Uzun bir dönem Selahattin ile doğrudan bağlantım oldu.

Bu arada Ankara boşaldı ve gizlenenler büyük oranda İstanbul’a gittiler.

Ankara küçük kent, ilişkiler sınırlı ve dahası THKO asıl eylemlerini bu kentte yaptığı için sıkı denetim vardı.

Aralarında irtibat kurduklarımın kentten ayrılmaları sonucu bana bir büroda oturmak, Anadolu’nun değişik kentlerinden gelen THKP-C’lileri sorumlu insanlara götürmek görevi verilmişti. Büroya geliyorlar ve gidiyorlardı. Arada büroya gelen Selahattin’e durumu iletiyordum. Kendisi daha sonra gelen kişileri buluyordu. Başka kentlerden gelenlerle nasıl bir ilişki sistemi ayarlanmıştı, bilmiyorum. Bilmem de gerekmiyordu.

Sürekli yakalanmalar sonucu faaliyet gittikçe azaldı.

1971 yazında 6 hafta kadar ortadan kaybolup okulda mecburi olan stajımı yaptım.

Bu ara yoğunlaşan polis operasyonları sonucu bütün haberleşme sistemi yeniden düzenleniyordu. THKP-C İddianamesinde de adı geçen Yuvam Emlak Bürosu kapatıldı, benim de bir süre ortadan kaybolmam istendi. Ben de gidip staj yaptım.

Aynı yılın sonbahar aylarında Selahattin beni yeniden buldu. Yeni bir irtibat bürosu tutulmuştu ve orada yukarıda anlattığım işi yapmaya başladım.

Ankara’daki polis baskısı İstanbul’da yoğunlaşarak hafiflemişti.

Kartal-Maltepe Askeri Cezaevi’nden Mahirlerin kaçması sonucu polis Ankara’yı neredeyse boşaltmış, bütün gücüyle İstanbul’a yüklenmişti.

Önceden bir yazıda anlattığımı sanıyorum: ODTÜ’de kaçanlar için el altından müthiş bir para toplamıştık.

İstanbul’da Ulaş’ın öldürülmesi, Ziya Yılmaz’ın yakalanması ve ardından cezaevinden kaçanların Ankara’ya kısa bir süre geldiklerinin öğrenilmesiyle kentte polis baskısı anormal derecede arttı.

Ankara’da polis ve MİT Selahattin’in peşindeydi. Sürekli yakalanmalar sonucu bütün ilişkiler ona bağlı duruma gelmişti.

Gözaltına alınanlara yapılan teklif dışarıdan bile duyuluyordu:

“Selahattin’i bize ver, sonra çıkıp gidebilirsin.”

Ankara’da gece sokağa çıkma yasağı vardı ve sürekli ev baskınları yaşanıyordu.

Gündüz görece serbestti.

Selahattin, sonradan öğrendiğime göre, ilginç bir gizlenme yolu bulmuş: gündüz bir evde uyuyor, gece de sabaha kadar dışarıya çıkmadan bir pavyonda oturuyordu.

Devrimciyi pavyonda aramak kimin aklına gelir?

Selahattin yakalandı. Korkunç işkence gördü. Gözaltında iken bir kere bileklerini keserek intihara teşebbüs ettiğini duydum ve Ankara örgütlenmesinden geriye kalan da büyük oranda çöktü.

Oğuzhan’ın adından söz etmediği ve benim adımı da veren kişi Selahattin’dir.

“Önemli bir kişi değildir” diyerek vermişti.

Doğrudur, benden çok daha önemli kişiler vardı.

Aynı dönem yakalanan Selami ise benim için, “bıraktı, ilgilenmiyor” şeklinde ifade verir.

Bu yakalanmalardan başlangıçta haberim yoktu. Nasıl olsun? Selahattin beni bulabilirdi, ben onu bulamazdım. Keza Selami de öyle…

Hapishaneden bana “dikkat et, deşifresin” diye haber gönderen, takipten söz eden kişi Oğuzhan değil, Selami’dir.

İrtibat örgütlenmesinde o dönem Oğuzhan ile hiç ilişkim olmamıştı.

Selami’nin gönderdiği haberin bana ulaşması yaklaşık iki ay sürdü. Hapishane koşulları, dar ilişkiler, dikkatli olmak gerekliliği derken günler geçiveriyor.

Bana haber gelmeden önce garip bir durum olduğunu fark etmiştim.

Yenimahalle’de ailece kaldığımız blok apartmanın yöneticisi emekli bir albaydı ve çevresine “münevver insanların ODTÜ’de okuyan çocuklarının komünistliğe bulaşmış olmasından” söz ediyordu.

Annem ve babam öğretmendi (birisi lisede ötekisi Gazi Eğitim’de) ama Danıştay’a bilirkişi olarak çağrılacak kadar bilinen insanlardı. O dönem ODTÜ’de okumak acayip bir prestijdi ve büyük apartmanda bu özelliğe sahip olan tek kişi bendim.

Bu durumu öğrendiğimde ayağımı denk almam gerektiğini anladım.

Ardından kapıcı eve gelip, bazı kişilerin kendisinden eve girip çıkanlar hakkında bilgi istediğini söyledi.

Neyse ki bizim eve çok az konuk gelirdi, onlar da öğretmen çevresiydi.

Ne yapılır şimdi?

Okulda derslerim iyi… Komünistler tembel talebelerdir diye bir zihniyet vardı, bunun tersine örnektim.

İzmir Caddesi’nin Kızılay’a yakın bölümlünde üst katlardan birinde Taraça adlı büyük bir kahve vardı. Burası polis kahvesi diye bilinirdi. Güzel yerdi ve süreli polis gözetimi altındaydı. Haftada birkaç kere üniversiteden arkadaşlarla gece geç saatlere kadar bu kahvede briç oynamaya başladım. Mesaj bir yerlere gidiyordu herhalde…

Haftada 3-4 kere geç saatlere kadar briç oynayan birisinin başka işlere karışmış olma ihtimali azdı.

Gelelim bana gelen haberin içeriğine…

Selami’den gelen haberde “ilişkilerin dağıtılması” gibi bir talep yoktu.

Hangi ilişkileri dağıtacağım? İlişki, örgütsel yapı, grup diye bir şey yok ki…

Ankara’daki merkez irtibat örgütlenmesini benim dağıtabilmem zaten mümkün değil.

ODTÜ’deki örgütlenme ise daha başlamamış. Bu örgütlenme 1972 yılı sonlarında başladı ve başlatan da ben değildim.

Selami ile yakın ilişkisi olan bir başka arkadaş, Murat, beni buldu ve ODTÜ’de kalan THKP-C taraftarlarının örgütlenmesi için üç kişilik bir komite kurulmasının düşünüldüğünü ve benim de bunlardan birisi olmamın iyi olacağını söyledi.

Kabul ettim.

Murat kendi kafasından böyle konuşamaz, mutlaka bir yerlerle haberleşmişti. Öğrenmedim, öğrenmem de gerekmiyordu.

Eğer Selami, ilişkilerinizi dağıtın, diye bir haber yollamış olsaydı, aynı haber Murat’a da gelirdi ve kendisi de ODTÜ’deki ilk örgütlenmede yer almazdı, bana da teklif getirmezdi.

Selami takipten söz etmiş ve dikkatli olun diye haber göndermişti.

1972 yazında üniversiteyi bitirdim ve yüksek lisansa başladım. Ardından ODTÜ’de ilk grubu kurduk. Yıldırım Koç ve Taner Akçam da bu grubun içindeydi. 1974 affıyla tahliye olanların ardından grup kendi içinde ayrıştı, yollar ayrıldı. Bir bölüm sonraki yaşamında politik olarak aktif olmamayı seçti, bir bölüm Devrimci Gençlik’ten (sonrasında Devrimci Yol) oldu, bir bölüm sonraki adıyla Acilciler’de kaldı.

Sürecek…

 

Oğuzhan Müftüoğlu ve Acilciler 2

Oğuzhan Müftüoğlu önceki bölümde sorulan soruya cevap vermeyi sürdürüyor:

“Cezaevinden çıktıktan sonra bir gün Engin Erkiner yanıma gelerek kendilerinin çalışmalara devam ettiklerini, diğer grupların THKP-C görüşlerini reddettiğini falan anlattı. Kaldığımız yerden devam edelim manasında bir şeyler söyledi. 12 Mart dönemindeki sorgulamalarda isimleri açığa çıkmış olduğu için polis takibi altında oldukları ve gerekli görüldüğü anda tutuklanacakları kesindi. O yüzden, sanki hiçbir şey olmamış gibi öyle deşifre bir yapıyla iş yapmaya kalkmanın doğru olmadığını söyledim.” (s. 136-7)

Burada biraz duralım.

1974 yılının sonlarında ya da 1975 başlarında Ankara’da Oğuzhan ile görüştüm.

(Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nın ilk bölümünün yazımını bitirmiştim. Bunu kesin olarak hatırlıyorum. Demek ki, zaman 1974 sonu-1975 başıydı.)

Görüşme benim isteğim üzerine gerçekleşti. Konuyu Yüksel ve İlker ile aramızda tartışmıştık. Ankara’daki AYÖD çevresinden sürekli haber alıyorduk. Devrimci Gençlik çevresinin önde gelen kişilerinin görüşleri bilmediğimiz şeyler değildi ve bu görüşlerin THKP-C çizgisiyle ters düştüğü düşüncesindeydik.

Örgütsel bir yapı kurulmuştu, ilişkilerimiz giderek genişliyordu ve benim fikrimce böyle bir görüşme gerekli değildi. Oğuzhan, Ankara’dan bildiğimiz AYÖD çevresinin görüşlerinden ayrı görüşler savunmayacaktı.

Yüksel görüşmemiz konusunda ısrar etti. Yüksel sadece AYÖD çevresinde ön planda görünen Nasuh’u (Mitap) tanırdı. İlker hiç birisini tanımıyordu. Ayrı bir örgüt olmak konusunda zaten adımlar atmıştık ama bir tereddüt vardı. Bunun ortadan kalkması için Yüksel, benim Oğuzhan ile görüşmemden yanaydı.

Kabul ettim, görüşelim ve görüştük.

Genel olarak THKP-C çizgisi ve bundan sonra hangi adımların atılabileceği üzerinde konuştuk. Hiçbir şekilde anlaşamadık.

Bu konuşmada Oğuzhan bana deşifrelikten hiç söz etmedi. Böyle bir düşüncesi olan kişi, benden, ilişkileri devretmemi istemez herhalde…

Ben deşifre isem, ilişkiler de aynı durumdadır.

Dahası, 1974 affıyla hapishaneden çok sayıda kişi tahliye olunca, ben onların arasında kaybolmuştum. Herkes kendine göre bir örgüt kurma çabasındaydı. Kurtuluşçular bir yandan, Halkın Kurtuluşçuları başka bir yandan… Perinçekçiler, Halkın Birliği, TKP’liler ve artık aklınıza ne gelirse…

Bu örgütlerin ön planındaki kişilerin adları benimkinden daha fazla duyulmuştu.

Adları benden fazla bilinen bu kadar insan örgüt kuruyor da, bir deşifre olup köşesinde oturması gereken ben mi kalmıştım!

Görüştük ve apayrı anlayışlara sahip olduğumuzu Devrimci Gençlik’in en yetkili ağzından bir kere daha öğrendim. Bu görüşmenin en önemli yanı budur.

Devam edelim:

“O sıralarda onlarla birlikte olan Yıldırım Koç’un sonradan bana anlattığına göre, Engin beni dinledikten sonra arkadaşlarına gidip, içeriden çıkanların bir şey yapmaya niyetli olmadığını söylemiş. ‘Örgütlü olduğumuz için elimizi çabuk tutarsak duruma hakim oluruz’ demiş. Zaten bir süre sonra ‘Türkiye Devriminin Acil Sorunları’ diye bir broşür çıkardılar, sonra da o günün koşullarına hiç uymayan bir şekilde bir-iki yere bomba atma şeklinde bazı eylemler yaptılar. İlk dönemlerde biraz sansasyon da yarattılar. ‘Acilcilik’ diye bilinen olay bu. Daha sonra o gruptan İlker Akman ve yanındaki iki arkadaşı Malatya’da öldürüldü, Beylerderesi’nde… Engin de yurtdışına gitti ve bir daha dönmedi.”

Oğuzhan ile görüştükten sonra değişik arkadaşlara, hapishaneden çıkan THKP-C’liler ile oldukça ayrı düşündüğümüzü, bu arkadaşların THKP-C’nin görüşleri doğrultusunda herhangi bir faaliyete niyetleri olmadığını söyledim.

Oğuzhan ile görüşme, bir umudun son noktasıydı. Hepimiz neredeyse üç yıl, hapisteki THKP-C’lilerin tahliye olacaklarını ve bu örgütün görüşlerinin hayata geçirileceğini beklemiştik. Amacımız, tahliye olduklarında dışarıyı boş bulmamaları için bazı ilişkileri oluşturmaktı.

Çok sayıda insan, THKP-C davalarından yatan ve tahliye olan kişilerin artık eski düşüncelerini savunmadıklarına inanmakta zorluk çekti. Normal, zira biz de daha önce böyle bir değişim beklemiyorduk. Ancak gerçek olan gerçektir ve hayallere artık yer yoktur. Oğuzhan ile görüşme bu konuya son noktayı koydu.

Onlarla birlikte olmak isteyenler olabilirdi ve biz kendi yolumuza gidecektik.

“Silahlı propaganda önce solu toplayacaktır” görüşü bana değil Mahir Çayan’a aittir.

Bu görüşün, “bir an önce harekete geçip solu toplayalım” olarak yorumlanması normal…

Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nın yarattığı büyük depremi, bu broşürün örgütlenmemize önemli bir kişilik kazandırmasının ötesinde, Devrimci Gençlik’i de fena halde sıkıştırdığı Oğuzhan’ın ifadesinden de anlaşılıyor.

Oğuzhan Müftüoğlu’nun anlattıklarının benimle ilgili bölümü bu kadar…

Daha sonraki sayfalarda Acilciler konusu yeniden gündeme geliyor ve silahlı mücadele ve THKP-C çizgisi üzerindeki farklı anlayışlar anlatılıyor.

Oğuzhan, Devrimci Yol’un kendi hattını Devrimci Yol dergisinin orta sayfalarında yapılan tartışmalarla (özellikle Acilciler, MLSPB, Eylem birliği gibi gruplarla yapılanlar) geliştirdiğini belirtiyor.

THKP-C kökenli silahlı mücadele hareketleri içinde bizden başka yazı yazan neredeyse yoktu. Eylem bildirilerini herkes yazıyordu ama teorik analiz yazıları bize özgüydü. Doğal olarak da Devrimci Yol kendi anlayışı doğrultusunda en fazla bizi eleştirecekti.

Devrimci Yol’un silahlı mücadele, THKP-C, örgütlenme konusundaki anlayışlarının şekillenmesinde Acilciler ile yürütülen tartışmaların önemli rolü vardı.

Son bölümde uzun bir alıntının ardından bu konuyu ele alacağım…

oğuzhan müftüoğlu ve acilciler - 3

PDF

Yazdır

e-Posta

Share

Sayfa 148-149’dan konuyla ilgili olarak devam ediyoruz.

Oğuzhan önce Kesintisiz Devrim I’i övüyor, ama Kesintisiz Devrim II-III’ü aceleyle hazırlanmış bir taslak olduğunu söylüyor. Ardından şöyle bir soru ve cevabı geliyor:

“Lakin silahlı mücadelenin bir de ‘temel’ mücadele biçimi olması meselesi var. Bu ifade biçimi, demirin tersinden bükülmesi gibi bir sonuç yaratmadı mı? Sonradan bir yığın hareket çıktı, THKP-C tezlerini sadece silahlı mücadele olarak algılayan… MLSPB, Acilciler, Eylem Birliği vd. Bunların hepsi Mahir Çayan’ın tezlerinden ilham alarak yola çıkmıştı. Sorunu THKP-C’nin son bir yıllık süreçteki pratiğiyle de ilişkilendirdiğin zaman durum daha anlaşılıyor oluyor. Elrom’un kaçırılmasından sonra, artık hiçbir barışçıl mücadele metodu, yani evrim dönemine özgü hiçbir mücadele metodu kalmamış ortada… Onun araçları da kalmamış. Parti pratiği, sadece belli aralıklarla eylem yapan küçük hücrelerin faaliyetine dönüşmüş!..”

“Aslında yanıt senin sorunun içinde de var. Efraim Elrom kaçırıldığı zaman yayımlanan ‘İhtilalin Yolu’ başlıklı THKP-C bildirisinde de, ‘Artık hiçbir barışçıl mücadele imkanının kalmadığı koşullarda silaha sarılmaktan başka çare yoktur’ şeklinde ifadeler yer alıyordu.

Adını andığın gruplar THKP-C’nin gelişimi hakkında fazla bir bilgi sahibi olmadığından onu sadece bir yıllık pratiği açısından tek yanlı olarak algılayabiliyorlardı. Oysa yukarıda da özetledim, THKP-C her şeyden önce devrimci politik mücadelenin güçlü bir devrimci savaşçı parti tarafından yürütülmesi gerektiğini savunuyordu. 12 Mart’la birlikte hazırlıksız olarak harekete geçmek zorunda kalındığında bile bu parti, ülkenin en büyük devrimci gençlik örgütü Dev-Genç başta olmak üzere, işçi ve köylü kesimlerinde, askerler arasında küçümsenmeyecek bir yaygınlıkta örgütlü güce sahipti. Buna karşın 12 Mart sonrasında girişilen silahlı mücadele içinde parçalanarak yenilmekten kurtulamamıştı. Kısacası THKP-C öyle bir araya gelen bir grup insanın silahlı eylem yapmasını savunan bir anlayışa sahip değildi.

Biz bu meseleyi Devrimci Yol dergisinin orta sayfalarında saydığın gruplardaki arkadaşlarla çok tartıştık. Devrimci Yol kendi hattını bu tür tartışmalar içinde geliştirdi.

Aslında ben bu konuyu sadece eski THKP-C teori ve pratiğinin kodları çerçevesinde kalarak tartışmanın da yeterli olmadığını düşünüyordum. Sonuçta onlar da Kuran hükümleri değildi. Geçmişin kavramlarını da pratiklerini de mutlak ve değişmez normlar olarak görmeden, 74 sonrasının Türkiye koşulları göz önüne alınarak, neyin doğru neyin yanlış olduğuna, o günün somut koşullarını dikkate alarak karar vermek gerekiyordu.”

Oğuzhan’ın belirlemeleri yeterince açık…

Burada öncelikle sorulması gereken bir soru var. “1974-1975 yıllarında ve sonrasında bunları neden söylemiyordunuz?

Özellikle son paragraftaki sözleri neden söylemiyordunuz?

THKP-C teori ve pratiğinin kodları tabii ki Kuranı Kerim değildir. Değişebilir.

Bunu neden o zaman söylemiyordunuz?

Oğuzhan ve Devrimci Gençlik’in (sonrasında Devrimci Yol’un) önde gelenleri o yıllarda THKHP-C’nin görüşlerini eleştirmek, onları değişmez görmemek ne kelime, Kesintisiz Devrim I ile II-III’ü aynen savunduklarını söylüyorlardı.

Bize yönelttikleri tek itiraz, yeterli asgari örgütlenme olmadan harekete geçmekti.

Oğuzhan, tipik bir Devrimci Yol’cu gibi, karşısındakinin görüşlerini karikatürize ederek eleştiriyor. Başka türlü eleştirmesi de mümkün değil zaten…

Soruyu yeniden soruyorum: Bu belirlemeleri o yıllarda neden yapmıyordunuz?

“Siz THKP-C’yi savunmuyorsunuz, sadece onun adını kullanıyorsunuz” diyorduk.

Hiç de haksız değilmişiz!

THKP-C’nin görüşlerini yetersiz ve hatta yanlış bulabilirsiniz, karşılıklı olarak tartışırız.

Bundan memnun da oluruz.

Memnun olunamayacak tek konu, THKP-C’yi savunur gibi gözüküp, onu savunmamak, onun adını kullanmaktır.

Devrimci Yol da aynen bunu yaptı.

Bizimle asıl sorunu da buydu.

Kamuoyunda Acilciler diye bilinen örgütün bir araya gelmiş birkaç kişiden ibaret olmadığını, MLSPB ve Eylem Birliği’ne göre daha yaygın bir örgüt olduğunu kendileri de biliyordu.

O dönem aramızdaki tartışmaları Oğuzhan unutmuş olabilir ama benim unutmam mümkün değildir.

Birkaç tartışma maddesini belirteyim:

Birincisi: THKP-C işçiler, köylüler ve öğrenciler arasında uzun sayılabilecek bir kitle örgütlenmesi üzerinde yükselmiştir, deniliyordu.

Acilciler’in itirazı ise şöyleydi:

THKP-C çizgisi baştan itibaren mevcut değildi. Teorik ve pratik evrim sonucu şekillendi.

Mahir Çayan ve THKP-C’yi kuran kadro TİP ve Dev Genç geleneği içinden geçerek geldi. Başlangıçta özellikle milli demokratik devrim görüşü ve klasik halk savaşı savunuluyordu. Öncü savaşı ve silahlı propagandanın temel mücadele biçimi olması görüşüne zaman içinde evrim geçirilerek ulaşıldı.

Mahir Çayan’ın yazılarını okuyanlar bu evrimi açıkça görebilirler.

Buradan hemen şu sonuç çıkar:

THKP-C’nin kitle örgütlenmesi silahlı propaganda temelinde şekillenmiş bir yapıya sahip değildi. Bu nedenle de THKP-C silahlı propagandaya başlayınca bu kitle örgütlenmesi oldukça hızlı dağıldı.

12 Mart sonrasının Ankara’sını ben de bilirim Oğuzhan da bilir.

Dev-Genç’in yüzlerce ilişkisinin nasıl dağıldığını, ev bulmakta nasıl zorlanıldığını mutlaka biliyordur.

12 Eylül 1980 sonrasında İstanbul’da büyük bir örgüt olmayan Acilciler’in ev ve ilişki olanakları, 12 Mart’tan birkaç ay sonrası Ankarasındaki THKP-C olanaklarından daha az değildi.

O dönem İstanbul’unu iyi bilen arkadaşlar, “vay be, Ankara’da THKP-C bu durumda mıydı?” diye sorabilirler.

Evet, 12 Mart’tan birkaç ay sonra Ankara bu durumdaydı.

Silahlı propaganda temelinde şekillenmemiş kitle ilişkileri darmadağın olmuşlardı.

Herkes korkuyordu ve haklıydı da…

Gençlik hareketi başka, silahlı mücadele örgütü başka…

Çok kişi işlerin bu noktaya geleceğini düşünmemişti.

Bu mudur “kitle çalışması temelinde şekillenmek?”

Herhalde bu değildir!

THKP-C teorik ve pratik öğrenme sürecinden, önemli bir evrimden geçerek kesintisiz Devrim II-III’de ifade edilen görüşlerine ulaşmıştı.

Bu evrimin güçlü izlerini bünyesinde taşıması kaçınılmazdı.

Onlar bu evrimden geçtiler diye, biz de geçmek zorunda mıydık?

1974-1975’in asıl sorusu buydu, öyle değil mi Oğuzhan?

Sonradan THKP-C’yi oluşturacak kadroların 1967-1968’de devrimci mücadeleye başladıkları nokta ile, 1970 ortalarında ulaştıkları nokta, birbirinden çok farklıdır.

Önemli bir teorik evrim geçirdiler.

Doğru olan artık bilindiğine ya da önemli oranda bilindiğine göre, aynı evrimi bizim geçirmemiz gerekli değildi.

1974-1975’te bizim söylediğimiz de bundan farklı bir şey değildi.

İkincisi: Devrimci Yol’un karikatürize etme anlayışı bilinir.

“Birkaç kişi bir araya gelmiş, silahlı propagandaya başlamış!”

Yapmayın şimdi!

Sadece Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nın varlığı ve ülke çapında dağıtılması bile bizim böyle bir anlayışa sahip olmadığımızı gösterir.

Asgari örgütlenme konusunda anlaşamıyorduk, burası açık…

Siz gelişmiş bir politik kitle çalışmasını ve bunun sonucu ortaya çıkacak büyük bir kitle örgütlenmesini silahlı mücadeleye başlanması için asgari şart olarak görüyordunuz.

Biz ise şunu soruyorduk:

Böyle bir kitle örgütlenmesi silahlı propaganda olmadan (faşistlere karşı yerel eylemler değil, devleti ve burjuvaziyi hedef alan silahlı propagandadan söz ediyorduk) sağlanabiliyorsa, silahlı propagandaya ne gerek var?

Kimse iş olsun diye silahlı propagandayı savunmuyordu…

Geniş bir kitle örgütlenmesi silahlı propaganda olmadan sağlanabilecek ise, biz de bunu savunurduk. Böyle bir durumda silahlı propagandada ısrar etmek aptallık olurdu.

Ama gördük ki, biraz silahlı eylemlerle karışık klasik politik kitle çalışması temelinde sağlanan örgütlenme, bırakın faşizme karşı savaşmayı, doğru dürüst direnemiyor bile…

12 Eylül’den sonra bunu aynen gördük, öyle değil mi…

Oğuzhan, devrimci Yol’un 12 Eylül öncesinin en kitlesel devrimci örgütlenmesi olduğunu söylüyor. Haklıdır ve bu haklılık herkes tarafından kabul edilir.

Peki sonra ne oldu?

Ülkenin en büyük devrimci hareketinin 12 Eylül faşizmine karşı gösterdiği direniş ile, bizim gibi örgütlerin sergilediği direniş arasında büyük bir fark yoktur.

12 Eylül sonrasında bütün devrimci hareketler sınıfta kaldı. Biz de kaldık, siz de kaldınız, ötekiler de kaldı…

Sizin ayrıcalığınız nerede kaldı o zaman?

12 Eylül 1980 öncesinin en büyük örgütü idiniz de 12 Eylül sonrasında bunu neden gösteremediniz?

Devrimci hareketin 12 Eylül sonrasında yaşadığı büyük bozgunun en büyük sorumlusu sizlersiniz.

En büyük örgüt sizdiniz, en büyük sorumlu da doğal olarak siz olacaksınız.

Devrimci Yol’un muhteşem tarihini sadece 12 Eylül öncesiyle değil, 12 Eylül sonrasıyla da birlikte değerlendirmek gerekmez mi?

30 yıl önce en büyük örgüt olmanın bugün ne anlamı var?

30 yıl öncesi iyi olanın ya da kötü olanın bugünün sorunları karşısında ne gibi bir çözücülüğü var?

Ancak kendisini yeniden üretemeyenler, bırakalım örgüt olarak, kişi olarak bile üretemeyenler 30 yıl öncesine fazlasıyla sığınırlar.

Günün sorularına genel geçer cevaplar verip, somut cevaplar veremeden 30 yıl öncesinin ardına gizlenmenin ne gibi bir çözücülüğü olabilir?

Sadece Oğuzhan’ın değil, aynı durumda olan herkesin o geçmişten bir an önce kurtulmasında ve kendisini yeniden üretmesinde sayısız yarar vardır.

 

 

Devrimci Yol ve Tarihle Söyleşiler

PDF

Yazdır

e-Posta

Share

Bu yazı, ilkini sadece Tarihle Söyleşiler başlığıyla yazdığım yazının devamıdır.

Ali Başpınar, M. Ali Yılmaz, Melih Pekdemir ve Ali Alfatlı ile uzun söyleşileri içeren kitabın bazı bölümlerini hayretle okudum.

Sonra da neden hayret ettiğimi kendime sordum. Kitap, döneme ait olguları ön planda rol oynayanların ifadesiyle ortaya serdiği gibi, önemli bir işlevi daha yerine getiriyor ve Devrimci Yol’un bilinçaltındaki bazı unsurları da ortaya koyuyor.

Sadece kişilerin değil, grupların, örgütlerin, halkın da bilinçaltı vardır.

Bilinçaltına nasıl girebilirsiniz? Adı üzerinde, bilinçaltı ya da buna sahip olan kişi bile farkında değil…

Kişiler için bilinçaltına girmenin yolu biliniyor: kişinin bir psikologa içini dökmesi ve sorulara cevap vermesi…

Aynı yöntemin çok sayıda insana uygulanabilmesi mümkün değil…

Bunu düşünürken, Tarihle Söyleşiler kitabını hazırlayanların, muhtemelen farkında olmadan, Devrimci Yol’un önder insanlarının bilinçaltı konusunda da önemli veriler sağladıklarını gördüm.

Tek tek yapılan uzun söyleşiler, kişinin anlatması ve sorulara cevap vermesi ve ilgili metni bilinçaltı konusunu akılda tutarak okumak…

Büyük sayıların, mesela büyük bir hareketi kendi yönünden anlatan kişinin, bilinçaltı meselesi geliyor gündeme… Burada önemli olan, birkaç kişinin anlatımındaki ortak noktaları bulmaktır.

Bu bulguya şunu da eklemek gerekir: bilinçaltı konusundaki önemli bir tespite göre (Adorno’nundur), bilinçaltı mantıksızlığın başladığı yerde ortaya çıkar. Bir süreç vardır ve bir noktada sürecin mantığına uymayan bir şey ortaya çıkar… Bilinçaltı burada aranmalıdır.

Bu yöntem daha sonra Alfred Lorenzer ve H. Dieter König tarafından geliştirildi.

Konuya gelirsek…

Daha önce de Oğuzhan Müftüoğlu ile benzer bir söyleşinin yer aldığı bir kitap yayınlanmıştı.

Oğuzhan Müftüoğlu’nun anlattıklarıyla birlikte Tarihle Söyleşiler kitabında da Ali Başpınar haricinde (ki vefatı nedeniyle söyleşi tamamlanamamış) M. Ali Yılmaz, Ali Alfatlı ve Melih Pekdemir’de ortak olan konulardan bir tanesi Acilciler’dir.

Burada açık bir mantıksızlık var. Şöyle ki:

Devrimci Yol’un Acilciler hakkındaki değerlendirmesi bilinir ve söyleşilerde de belirtiliyor: etkisiz bir gruptur, hayatın içinde yoktur, insanlara çengel atarak pasifleştirir vb. Acilciler’in teorik olarak zayıf olduğunu iddia eden bile bulunuyor!

Bunların hepsi doğru ise, sormak gerekir: Oğuzhan Müftüoğlu’nun uzun anlatımının yanı sıra, Tarihle Söyleşiler kitabında Kurtuluş’tan sonra en çok sözü edilen örgüt Acilciler’dir.

Bu kadar işe yaramaz bir örgütten normal olarak söz etmeye değmemesi gerekir.

Soru soran kişi de eski DY’li olmalı ve Acilciler’i sormadan duramıyor.

Kurtuluş kadar Acilciler’i de soruyor.

Normal olarak buna gerek olmaması gerekir, ama gerek vardır çünkü özellikle 1975-76 döneminde ve özellikle Ankara’da Acilciler ile Devrimci Yol arasındaki mücadele önemlidir. Bu mücadele daha sonra ülkenin değişik yerlerinde sürmüştür.

Oğuzhan Müftüoğlu herkesten daha açık konuşmuş ve Devrimci Yol’un görüşlerinin silahlı mücadele örgütleriyle ideolojik mücadele içinde şekillendiğini belirtmiş. (Konuyla ilgili olan yazılara bakınız: Oğuzhan Müftüoğlu ve Acilciler, sitede ( enginerkiner.org) benim yazılarım bölümünde 30. sayfada 596 nolu yazı. Toplam üç yazıdır ve diğer yazılar da hemen üzerinde bulunmaktadır. Bu yazının ardından başka yazılar geldikçe yazı numarası da büyüyecektir. İlk yazı 9.10.2011’de yazılmış. Yazıların okunma sayıları bugün itibariyle 2850 ile 3113 arasında değişiyor. Bu ilgiden hiç şikayetçi değilim doğrusu!)

Acilciler’den başka yazı yazan silahlı mücadele grubu bulunmadığına göre, Oğuzhan’ın kimi kastettiği anlaşılıyor.

Gerçekten de böyle oldu. Aramızda çok sayıda yazılı ve sözlü polemik yaşandı ve bu sürecin de aradan 35 yıl geçtikten sonra bile etkisi herhalde kalacaktır.

Kitapta beni hayrete düşüren ama bilinçaltıyla ilişkisi bulunmayan bir nokta daha var. Daha önce duymuştum ama birinci elden anlatımını ilk kez okuyorum:

DY halkın içindedir, kitleseldir tespitlerini biliyoruz. Bu örgüt 1980 yılı yazında legal bir siyasi parti kurmayı ve ilk seçimde 15-30 milletvekili kazanarak TBMM’de kendisini doğrudan temsil etmeyi planlıyor. Bununla ilgili uzun tartışmalar yapılıyor.

Yaklaşık iki ay sonra da 12 Eylül geliyor.

Ali Alfatlı kitabın 89-90. sayfalarında bu süreci ayrıntılarıyla anlatıyor.

Herkes yanlış değerlendirme yapabilir, mümkündür. Ama burada yapılan yanlışı kavramakta insan zorlanıyor. Bu yanlış örgüte hakim psikolojinin göstergesidir: biz büyüğüz, o kadar büyüğüz ki, devrimci hareket bizden sorulur!

12 Eylül’ün ardından yaşanılan büyük dağılma, Mamak’ta bir arada olunduğu halde direniş örgütlenememesi, bir araya gelindiğinde konuşamamak, örgüt militanları arasındaki büyük güvensizlik; bunların tümü o psikolojinin yıkılmasının sonuçlarıdır. Öyle bir yıkılıyor ki, büyük güvensizlikler oluşuyor ve kopuşlar geliyor. Bir daha da tamir edilemiyor.

Ali Alfatlı’nın bu konudaki saptamaları gerçekçidir: herkes yenilebilir, nitekim dünya devrimci pratiğinde çok sayıda örgüt yenilmiştir ama kendilerini toparlayabilmişler ve hatta bazıları devrim de yapabilmişlerdir.

Ne ki, 12 Eylül öncesinde sahip olunan ve büyük oranda görüntüye dayanan o büyüklük imajı öyle bir çöküyor ki, insanların psikolojilerini onarabilmek mümkün olmuyor.

Tarihle Söyleşiler dikkatle okunursa, 12 Eylül öncesindeki o psikolojinin hızla çöküşünün yarattığı ve bir türlü kurtulunamayan travma görülebilir.

Aradan 34 yıl geçti ama 12 Eylül zihinlerde hala sürüyor.