Şuanda 58 konuk çevrimiçi
BugünBugün2219
DünDün1765
Bu haftaBu hafta4773
Bu ayBu ay13000
ToplamToplam10223342
Acımasızlık... PDF Yazdır e-Posta
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Perşembe, 15 Aralık 2022 18:53


Geçmişte bir kadın bana, “acımasız bir insansın, kendine karşı da acımasızsın” demişti.

İlk gençliğimden beri insanın belirli kurallar çerçevesinde yaşaması gerektiğine inanırım. Bu nedenle hiç de tembel olmayan bazı insanlara “sendeki çalışma disiplininin yarısı bende olsun yeter” dedirten birisiyim.

Ben böyle yaşarım ve bu yaşam tarzını başkalarına kabul ettirmek gibi sorunum da olmadı.

Kendine karşı acımasızlık saptaması bu çerçeve içinde düşünülmelidir: insan koyduğu kurallara uymalıdır. Yüzde yüz uyum mümkün olmuyor, yüzde 80 yeterlidir.

Bu konuda biraz geriye düştüğümü hissediyorum ve bu da beni rahatsız ediyor. Yüzdeyi yükseltmek için kendimle ilgili yeni önlemler almam gerekiyor.

Bunu kendine karşı acımasızlık olarak görenler olabilir. Görsünler, böyleyim ve böyle olmaya da devam edeceğim.

Hayatta beni en rahatsız eden şey, bir şeyi yapabilecek yeteneğe sahip olduğunu hissedip yeterli çaba göstermemek ya da başka nedenler dolayısıyla o işi yapamamaktır. Yapmaya kalksam belki de başarısız olurum, sonuçta insan başarısız da olabilir ama başarısızlık “keşke deneseydim” demekten iyidir. Başarı isteyen başarısızlığı da göze almalıdır.

Bu nedenle gelişmiş bir çalışma disiplini esastır. İnsan buna sahip değilse ancak konuşur ama pek bir şey yapamaz.

Daha yüksek performans gösterebileceğimi sanıyorum. Zeka ve yetenekler daha fazla zorlanmayı istiyor.

Deneyeceğim, olur veya olmaz ama deneyeceğim…

Kısa süre önce tersini yani çabayı biraz azaltmam gerektiğini düşünmüştüm.

Yanılmışım diyeyim…

Başkalarına karşı acımasızlığa gelince; bunun değerlendirilmesi yoruma bağlıdır.

Eskiden daha liberal birisiydim ama diyelim 35 yaşından sonra insanlara karşı daha sert olmam gerektiğini anladım ve karşıma çıkanları neredeyse ezdim.

Ezmem gereken bazı tipler daha var. Ben onları aramam. Hayatımın ilginç bir özelliği bulunuyor, bu tipleri bazen aradan yıllar geçtikten sonra karşıma çıkarıyor.

Çok şaşırıyorlar çünkü karşılarındaki yıllar önce tanıdıkları kişi değil neredeyse bir başkasıdır.

İnsan yaşadıklarından sürekli öğrenmeli ve kendini değiştirmelidir.

Bu nedenle Yılmaz Güney’in yazılarında sözünü ettiği “20 yıl önceki ben bana yabancı geliyor” sözünü iyi anlayanlardan birisi olduğumu sanıyorum.

Çok sayıda kadın ve erkek kendisini çocuğuna ya da çocuklarına göre tanımlar.

Öyle birisi değilim.

Başarı varsa onlarındır. Yeterince başarı kazandığım ve bunu da sürdürdüğüm için çocuğumun başarısıyla övünmedim. İhtiyacım bulunmuyor.

Dahası, yıllar önce birinci kızımı resmen sildim.

Türk kadınlarında çok rastlanan özelliktir; ayrılık durumunda çocuğu kullanmak…

Son olarak 1979’da Selimiye Askeri Hapishanesi’nde gördüğüm üç yaşında bile olmayan çocuk bana düşmandı. O yaştaki çocuk düşmanlıktan ne anlar derseniz, demek böyle yetiştiriliyor, derim.

Çocukla bağın olacaksa, benimle de olmak zorundadır, dayatmasına karşı cevabım kesinlikle hayır idi.

Çocuğu da sildim. Diğerini zaten silmiştim.

İkinci kızımda aynı sorunu yine yaşadım ama bu sefer yapabileceklerim vardı. Birincisinde bu imkan yoktu. 15 yaşında annesinden ayrıldı. Zor bela sınıf geçen kız okul birincisi olmaya başladı ve gerisi geldi. Fizik gibi erkeklerin bile zorlanarak bitirdiği bir bölümü bitirip hemen iş buldu. Gerisi gelir artık…

Sevgililerine hiç karışmadım. Annesiyle ilişkisini kesmeye de kalkmadım. Böyle yapmak en başta çocuğa zarar verir.

Gençliğinden beri burnunun dikine giden bir insanım. Karar verdim mi yaparım, isterse bütün dünya karşı çıksın, yaparım ve genellikle de haklı çıkarım.

Geçmişte bunu yeterince hayata geçiremedim. Bu eksikliği kabul ederim. Demek yeterince özgüven yokmuş, bunun için 30 yaşını geçmek gerekiyormuş.

Bu anlattıklarım üzerine bazılarınız “acımasız ve hatta sekter bir tipsin” derseniz, kabul ederim. Böyle olmaktan gurur duyuyorum ve devam edeceğim, diye de eklerim.

Kendinize göre doğru bulduğunuzu yapacaksınız. İsteyen istediğini düşünebilir.

Arada doğaldır ki yanlışlarınız da olacaktır. Eskiden beri şuna inanırım: yanlışı atıp doğruyu bırakamazsınız. Yanlışı elediğinizde doğruyu da duruma göre değişen oranda tahrip edersiniz.

Yüzde 80 başarılı olmak yeter…

Yüzde 20 yanlış ya da eksiği elediğinizde geriye kalan yüzde 100 doğru olmaz…

Başarı oranınız 80’in altına iner.

Bu genel ortalamadır; daha yüksek ve daha az oranların ortalamasıdır.

Bunu tutturmaya çalışmak gerekir.

Yıllar önce Almanya’da ilk üniversiteyi bitirirken sosyolojide rastlantı sonucu Leonardo da Vinci dergisini almıştım. Ne kadar iyi yapmışım…

O’nun aklımdan çıkmayan sözlerinden birisi şudur: sorun sürece dahildir.

Yani zorluklar çıkaranlar olacaktır. Bunları ilerlediğiniz sürecin parçası olarak göreceksiniz, özel çıkarılmış zorluklar olarak değil…

Dersin hocası bölümün gıcık sayılan profesörlerinden birisiydi: Manfred Clemenz.

Freud ve Leonardo adlı ince bir kitabı vardı. Alıp okudum. Freud’un Leonardo ile ilgili bazı görüşlerini eleştiriyordu. Freud’a göre Leonardo da Vinci teknik konusuyla fazla uğraştığı için resme yeterli önemi vermemişti.

Adamın odasına gittim. Da Vinci özellikle insanın uçması konusuyla ilgilenmiş ve makineler yapmıştı. Uçmak, o yıllarda, gökyüzünde olduğuna inanılan Tanrı’ya yaklaşmak demekti. Yaptığı kilise resimleriyle teknik uğraşısı arasındaki bağlantıya işaret ettim. Biraz konuştuk.

Dönem sonunda ev ödevi yazılıyordu. Benimkini eksik buldu, işaret ettiklerimi tamamla, dedi.

İyi de üniversitede yıl harçları yükselmiş, o yarı yıl bitirirsem fazla para ödemekten kurtulacağım. Üstelik bu dersten sadece geçer not almış olmam gerekiyor. Esas belirleyici olan bitirme sınavları, bu ve benzeri dersler değil.

Odasına gittim. Durumu anlattım. Tamam, dedi, orta verdim, geç böylece…

Teşekkür edip odadan çıkarken arkamdan seslendi: Bunu zekan için not olarak kabul etme!

Yeteneği anlayabilen insanları severim, gel de sevme yani…

Bölümün gıcık hocalarından birisiymiş…

Olsun, ne olacak yani!