Şuanda 23 konuk çevrimiçi
BugünBugün1345
DünDün2539
Bu haftaBu hafta19064
Bu ayBu ay40884
ToplamToplam10251226
İkinci hapishane hayatım (son) PDF Yazdır e-Posta


Tren Paris’te gara girerken uzayıp giden peronlara şaşkınlıkla baktığımı hatırlıyorum. İstanbul ve Ankara garlarında birkaç perona alışmıştım ama burada en az on tane vardı. Trenden inince önce döviz bürosuna gidip kalan son paramı Fransız Frangına çevirdim. Şimdi o semti, Strasbourg Saint Denis, bulmam gerekiyordu. Ne güzel memleket, herkes İngilizce biliyor. Basit İngilizce bilmeleri yeterli zaten…

Buraya yakınmış, birisi değişik metro hatlarından hangisine bineceğimi gösterdi hatta bir de bilet verdi. İki durak sonra inip yukarıya çıktım. Akşam olmuştu, ışıklı bir gecede yoğun trafik vardı. Ucuz bir otel bul, yat uyu, bugün başka bir şey yapılmaz.

Sabah otelden çıktım, az bir şey yiyip karnımı doyurdum. Param neredeyse bitmek üzereydi. Burası kocaman bir semt ve aradığım konfeksiyon atölyesi nasıl bulunur, hiç fikrim yok.

Ana cadde boyunca yürüdüm. Dükkan isimleri Fransızca, İngilizce ve hatta İtalyanca ama Türkçe yok. Birkaç saat öylece dolaştım. Hem yorulmuştum hem de sonuç yoktu. Strasbourg Saint Denis’deki büyük kemerin yanındaki gazete bayisinde Hürriyet gördüm. Gazete burada varsa, alan da vardı. Burada durup alacak olanı beklemek gerekiyordu.

Bir saate yakın bayi civarında bekledim. Bir genç gelip Hürriyet alınca hemen yapıştım: Şefik Kimyon’un konfeksiyon atölyesini arıyordum, acaba tanıyor muydu?

Genç, o atölyede çalıştığını söyleyecekti.

Adamdaki şansa bak, diyebilirsiniz. Evet şans var ama abartmamak gerek çünkü sonradan öğrendiğime göre Paris’te Türklerin konfeksiyon atölyeleri bu bölgede yoğunlaşmıştı. Hemen herkes birbirini tanıyordu. Bütün mesele Türkçe bilen birisini bulmaktı.

Birkaç yüz metre birlikte yürüdük, bir sokağa saptık ve karşıdan Süleyman geliyordu…

Beni görünce doğal olarak fena halde şaşırdı. Araba bulması kolay olmamıştı, Zürih garına geldiği zaman ise ben randevuya gelmemiştim. O sırada iki gündür hapishanedeydim. Yapabilecekleri bir şey de yoktu, geri dönmüşlerdi. Başıma bir şey gelmiş olmalıydı…

Okur, konunun burada bittiğini düşünebilir ama büyük bir açık daha vardı: kimliğim yoktu. Sahte kimliğin bile olmadan yaşamak –hele de tanımadığın bir kentte- tehlikeliydi.

Öğrendiğime göre Paris’te polis kontrolü pek olmuyordu. Yine de belli olmazdı; akşam dışarı çıkmıyordum, gar gibi yerlere gitmiyordum.

Birkaç ay sonra yeni cumhurbaşkanı Mitterand’ın göçmen affı çıktı. Birkaç yıldır Fransa’da olduğunu ve çalıştığını kanıtlayan herkese oturma izni veriliyordu. Tanıdık bir arkadaşın atölyesinden kağıt aldım, tipi bana benzeyen bir kişinin pasaportunda yaptığım küçük oynamalarla birlikte polise gittim ve bir yıllık oturma kartı aldım. Fransa’da kimlik olarak geçerli olan oturma kartıydı –Carte de Sejour- pasaport değildi ve bu da çok işime geliyordu.

Türklerin iltica başvuruları kabul edilmiyor, beklemeye alınıyordu ama yeni yılla birlikte durumun değişeceği söyleniyordu.

İlticaya başvurmak konusunda hiç tereddüt etmeyecektim. Yabancısı olduğun bir ülkede yasal yaşamak imkanı varken illegal yaşamanın anlamı yoktu.

Başka bir sorun vardı: arandığımı nasıl kanıtlayacaktım?

Paris’te gündüz dolaşırken yeni açılan büyük kültür merkezi Center Pompideu’ya uğrayıp kütüphanenin katlarını gezmiştim. Orada değişik gazeteler arasında Hürriyet’i gördüm. Bu gazete alınıyorsa, arşivi de olmalıydı. Hapisten kaçalı iki yıl kadar olmuştu. İlgili memurdan İngilizce olarak 22 Nisan 1980 tarihli kaçmamdan bir gün sonraki gazeteyi istedim. Arşivde vardı ama dışarıya vermiyorlardı. İstersem fotokopisini yapabilirdi. İlk sayfa yeterliydi. İri harflerle atılmış manşet; büyük firar ve altında da benim fotoğrafım. Hapishaneden kaçış haberiyle iltica başvurusu yapmak garip olacaktı ama ne yapalım!

Şubat 1982’de Avrupa Konseyi kararı sonucu Fransa’nın tutumu değişince hemen başvuru yaptım. İltica dairesinde iyi Türkçe konuşan Ermeni bir kadın vardı, hiç sorun çıkmadı. Başvuru yaptığıma dair kimlik yerine geçen belge verdiler. Başvuru kısa süre sonra kabul edilecekti.

Rahatladım mı; bir yönden öyle ama başka yönden değil.

Hayatımın büyük şaşkınlıklarından birini Paris’teki 12 Eylül yürüyüşünde yaşadım (1981). Geldiğim Haziran ayında birkaç kişiydik. Paris çok kişiyle konuştum. Bir de dergi çıkardık. Yürüyüş öncesinde 60-70 kişilik korteji görünce hayretten ağzım açık kaldı. Nerden çıktı bu insanlar? Devrimci İşçi’nin (Devrimci Yol’un ülke dışındaki adıdır) bir bölümü bizimle davranıyordu. Aralarındaki çelişkiler ideolojik değildi; birbirinden gıcık kapmak gibi konulardı. İlginçtir, Paris’te adı tanınan ilk siyasiydim, kiminle konuşsam hemen yakınlaşıyordu.

İyi güzel de bu insanları nasıl tutacağız? Yoğun bir tempo gerek…

Haftada bir bildiri, atölye işgalleri ve yıl sonunda Fransızca ve Türkçe gazetelerde yer alan üç boş apartmanın işgali…

Paris’te büyük ev sorunu vardı; özellikle göçmenler için böyleydi.

Hiç olmazsa kimlik işini halletmiştim ama rahatlamak ne kelime, o kadar çok iş vardı ki…

Bu başka bir konudur…