Engin Erkiner
Ukrayna savaşında dönüm noktası (284) | |
Diğer Yazıları |
En yeni yazılar
Bugün | 3143 | |
Dün | 3412 | |
Bu hafta | 25741 | |
Bu ay | 51379 | |
Toplam | 10762179 |
Konuk Yazılar
İrfan Dayıoğlu - Seçme Yazılar | |
|
|
Bütün Yazılar |
Yaratıcı sürgünlük: bireylerden kolektif özneye |
İrfan Dayıoğlu tarafından yazıldı |
Pazartesi, 23 Eylül 2024 18:46 |
Bireyler toplamıyla -başka bir deyişle çoğulu oluşturan tekillerle- kolektif öznenin farkı şöyledir: yaratıcı sürgünlük denildiğinde kişiler örnek gösterilir ve çok sayıda kişi sayılır. Kolektif öznede ise kişiler önemli değildir; çokluğu oluşturan herkesin değişik oranlarda ortak çabasıyla yaratıcı olunmuştur. Kolektif özne olarak Aleviler ve Kürtler örneği incelenecektir ancak önce yaratıcı sürgünlük üzerinde durulması gerekir. Değişik ülkelerde sürgünlük tarihiyle ilgili araştırmalar eskilere gitmekle birlikte yaratıcı sürgünlük nispeten yeni bir kavramdır. Sürgünlük yıllarca arkada bırakılmak zorunda kalınanların acısını sürekli olarak hissetmek, dilden ve ilişkilerden kopmak, gelinen yeni ülkede ilişkisizlik, dilsizlik ve yalnızlık çerçevesinde değerlendirilmiştir. Bunları yaşamış sayısız sürgün vardır ve yaratıcı sürgünlerin oranı azdır. Bu azlık yıllarca ihmal edilmesine neden olmuştur. Sürgünde kaybolmayan, üreten insanların faaliyetleri belirtilmekle birlikte, bu kesim sürgünlerin değişik bir kesimi olarak görülmemiştir. Naziler nedeniyle Almanya’yı terk etmek zorunda kalanların dışarıdaki tarihi, en iyi araştırılmış sürgünlük tarihidir. Adorno ve Horkheimer’in 20. yüzyılın önde gelen felsefi yapıtlarından sayılan Aydınlanmanın Diyalektiği, Anna Seghers’in başka ülkelerde yazdığı romanları –başka isimler ve yapıtlar da eklenebilir- bilinmekle birlikte, yaratıcı sürgünlük yıllarca ayrı bir kategori olarak görülmemiştir. Bizim yaratıcı sürgünlüğümüzde ise durum daha gariptir. Politik sürgünler için az sayıda da olsa 1971’i alırsanız 53 yıl, kitlesel sürgünlüğün başladığı 1980’i alırsanız 44 yıl geçmiştir ama bu kavram yeni gündeme gelmektedir. En eski yaratıcı sürgün olarak yıllar sonrasına bile kalan çok sayıda şiir yazan Nazım Hikmet belirtilebilir. Ardından 1971 sürgünlerinden Doğan Özgüden ve İnci Tuğsavul sayılmalıdır. Bu dönemle ilgili olarak 12 Mart’tan sonra ülkeyi terk etmek zorunda kalan Erdem Buri ve Tülay German da eklenmelidir. 1980 sonrasının yaratıcı sürgünleri ise fazladır ve bu kavramın bizler için yeni olması da bu yönden özellikle gariptir. Server Tanilli,Yusuf Ziya Bahadınlı, Fakir Baykurt, Doğan Akhanlı, Yılmaz Güney, Demir Özlü, Oya Baydar, Dursun Akçam, Nihat Behram, Ataol Behramoğlu, Abdülkadir Konuk, Gökhan Harmandalıoğlu, İsmail Çoban, Tektaş Ağaoğlu… Bu liste eksiktir ama bu kadar isim bile yaratıcı sürgünlüğün bizim örneğimizdeki yaygınlığını göstermektedir. Burada iki soru sorulmalıdır. Birincisi; neden bu kadar geç sorusudur. 12 Eylül’ün üzerinden 44 yıl geçti ama Avrupa Sürgünler Meclisi (ASM) 11 yıl önce kuruldu. Türkiyeli sürgünler yıllarca kısa süre sonra döneceklerini düşünerek sürgünlük ve hatta genel olarak göçmenlikle ilgilenmediler. O kadar ki “sürgün dil öğrenmez” gibi garip belirlemeler bile yapıldı ve çok sayıda sürgün yaşadığı ülkenin dilini öğrenmenin önemini yıllar sonra anlayabildi. Çok sayıda sürgün ilk 5-10 yılda girdiği “nasıl olsa döneceğiz; burası önemli değildir, esas olarak terk etmek zorunda kaldığımız ülkeye yönelik faaliyet yürütülmelidir” psikolojisi içinde kaldı. Düşünün ki, sürgünlük kelimesinin bile benimsenerek kullanılır duruma gelmesi son birkaç yılın ürünüdür. Bu konuda ASM büyük çaba harcadı. 35-40 yıl öncesinin “biz göçmen değil devrimciyiz” garip belirlemesinden göçmenliğin bir çeşidi olan sürgünlüğün kabul edilmesine gelebildik. İkinci soru şöyledir: bizde üretken sürgünlerin sayısının fazla olması nereden kaynaklanmaktadır? Bizler bir Türkiye’den çıkıp başka bir Türkiye’ye geldik. 1980’li yılların başlarında çoğunluğu Batı Almanya’da olmak üzere Avrupa ülkelerinde yaklaşık üç milyon Türkiye’den gelmiş insan yaşıyordu. Bunların arasında yaşadığınızda dil sorunu yoktu. Bu kitlenin varlığı sürgünleri üretmeye teşvik etti. Ürettiklerinin Avrupa ülkelerinde alıcısı olan bir kitle vardı. Bu kitle içinde değişik politik örgütler yıllardan beri çalışma yapmışlardı; başka bir deyişle bu kitle sadece sol taraftan bakılsa bile politik olarak boş değildi. Almanya’da Frankfurt’ta yapılan 12 Eylül’ün birinci yılındaki protesto yürüyüşüne 30 bin kişinin katılması bu konuda önemli göstergedir. Kesin sayı verilemez ama katılanların çoğunluğu sürgün değildi, TC pasaportlu kişilerdi. Ülkeden çok sayıda politik insan gelmek zorunda kalmadan önce de özellikle Batı Almanya’da küçük olmayan politik bir kitle bulunuyordu. Başka ülkelerden gelen sürgünler, mesela Hollanda’daki Şilililerin durumu farklıdır. Başta dil sorunları vardı ve ülkelerinden gelmiş geniş bir kitlenin içine gelmemişlerdi. Hayret edilmesi gereken konu şudur: yaratıcı sürgünlüğümüzü çok geç anladık. Bu isimlerin ya da tekillerin yanı sıra çoğulların ya da farklı özne kümelenmelerinin birlikte yapılmış yaratıcı sürgünlüğü de bulunuyor. Hemen her ülkenin tarihinde sürgünlük bulunuyor. Tamamını doğal olarak bilmiyorum ama kolektif öznelerin yaratıcı sürgünlüğünün bize özgü olduğunu sanıyorum. Burada isimlerin değil, kolektif öznenin üreticiliği önemlidir. Sürgünlükte böyle bir özelliğin yaşanabilmesi için kendi ülkesinden yıllar önce gelip yerleşmiş büyük bir kitlenin içine gelmek birinci şart ise; ikinci şart da o çoğulun (kolektif öznenin) geride bırakmak zorunda kaldığı ülkede yapamadıklarını sürgünde yapabilmesidir. İki örnek, Aleviler ve Kürtlerdir.
SÜRGÜN VE ALEVİLİK
Aleviler homojen değildir, Alevilikle ilgili farklı yaklaşımlar vardır ve konumuz bu farklı yaklaşımların dışındadır. Aleviliğin –en azından Almanya ve Avusturya’da- özgün bir inanç olarak kabul edilmesi, Alevilik anlayışı nasıl olursa olsun bu kesimdeki herkes için önemli bir kazançtır. Cumhuriyetin Göçlerle Dolu 100 Yılı başlıklı kitabın Cemal Salman ve Mustafa Şen tarafından yazılan Göç ve Aleviler bölümünde önemli bir belirleme vardır: Aleviler ekonomik ve politik nedenlerle dış dünyayla bağlantısı az köylerden kentlere göç ettiklerinde burada sadece tutunmaya çalışmadılar, görünür duruma geldikleri için kimlik ve kendilerini kabul ettirme mücadelesi de verdiler. “… kentleşme Aleviler için sadece kentte yaşamak değildir.” (s. 661) Aynı belirleme başka bir ülkede göçmen ve/veya sürgün olarak yaşamak için de yapılabilir. Sorun sadece diyasporada yaşamak değil, kimliğini korumak ve kabul ettirmektir. İlk adım görünür duruma gelmek, bunun için de örgütlenmektir. Örgütlenmenin başlıca biçimi dernekleşme, ardından federasyonlaşmadır. Birbiriyle ilişki içinde olmak, ritüellerini –mesela cem- serbestçe yapabilmek, belirli politik konularda tavır ve ardından hak arayabilmek için resmi kuruluş gereklidir ve bunun da ideal biçimi dernekler ve üst kuruluşlarıdır. Dernekler Alevilerin varlıklarını gösterme ve kabul ettirmesinin başlıca aracı olmuştur. Önemli bir sayıya sahip ve örgütlü bir topluluk olarak devletle, eyalet hükümetleriyle, belediyelerle talepleri konusunda görüşme yürütebilirler. Küçük olmayan sayı ve bunu ortaya koyan açık örgütlenme olmadan bunu yapabilmek mümkün değildir. Türkiye’deki gibi Alevilerin bazen devlet bazen de MHP ve değişik dini örgütler tarafından tehdit edilmeleri, faaliyetlerinin engellenmesi, açık saldırıya uğramaları ve hatta katledilmeleri Batı Avrupa ülkelerinde –örnek olarak Almanya ve Avusturya’da- hiç olmamıştır denilemez ama karşılaştırılamayacak derecede azdır. Ritüellerin açık ve kitlesel yapılabilmesi Alevilerin kendi güçlerinin bilincine varmalarında, çekingenliklerini atmalarında önemli rol oynamıştır. Yıllarca harcanan çaba sonucu iki ülkede, Almanya ve Avusturya’da Alevilik özgün bir inanç olarak kabul edildi. 30 yıl öncesinde yaşamıyoruz, iletişim ve bilgi aktarımı çok gelişti. Almanya gibi önemli bir ülkede kazanılan hakkın Türkiye’ye yansımaması mümkün değildir. Nitekim devlet başkanı dahil değişik kişi ve kuruluşlar bu gelişmeyle ilgili sürekli karalamalara başvurmaktadırlar. Başlangıçta da belirtildiği gibi bu önemli gelişme Alevilerin kendileri hakkındaki değerlendirmeleri konusunda homojen bir kitle oldukları anlamına gelmez. Farklı görüşler vardır ve tartışmalar da yoğundur. Kim nasıl değerlendirme yaparsa yapsın Aleviliğin özgün bir inanç olarak tanınması, kolektif öznenin diyasporadaki bu başarısı herkes için olumlu olmuştur.
KÜRTLER
Kürtlerin durumu farklıdır. Türkiye’den, Irak’tan, İran’dan, Suriye’den değişik Avrupa ülkelerine sürgüne gelen Kürtler daha önce birbirlerinin varlığından teorik olarak haberdardılar ama iletişimleri zayıftı. Göçmenlik ve onun özel bir bölümü olan sürgünde daha yakın ilişki kurmak fırsatını buldular. Bir ulusa ait olmakla ulusal bir devletin üyesi olmak (vatandaşlık) arasındaki gerilimi herkes yaşadı. 1990 sonrasındaki iletişim devrimi diyasporadaki Kürtler arasındaki iletişimi de kolaylaştırdı. Çok sayıda Kürt başka parçalardaki Kürtlerle diyasporada karşılaştı. Uydu TV yayınları Kürt kimliğinin gelişmesinde, ayrı ülkelerde bulunan Kürtlerin ortak bilgi edinmesinde önemli rol oynadı. Bu yayınlar sadece Avrupa ülkelerinde değil başka ülkelerdeki Kürtler tarafından da izlenebiliyordu. 1990 öncesinde şu veya bu Avrupa ülkesinde üretilen burada kalır, başka bölgelere yayılamazdı. İletişim devrimi sürgün yaşamını değiştirdi, sadece geride bırakılmak zorunda kalınan ülkeyle değil, dünyanın her tarafıyla iletişim sağladı. Kürtler diyasporada değişik diplomatik faaliyetlere de yöneldiler. Kürtler politik olarak homojen bir kitle değildir. İçlerinde değişik görüşlerden insanlar bulunmaktadır. Böyle bile olsa Kürtçenin yaygınlaşması, Kürtlerin dikkate alınması gereken politik bir özne durumuna gelmeleri bütün kitlenin çıkarına olmuştur. Bu sonuç yaratıcı sürgünlüğün bilinen örneklerinde olduğu gibi tek kişilerin faaliyeti sonucu değil, kolektif öznenin çabasıyla ortaya çıkmıştır.
SONUÇ
Bu yazıda yaratıcı sürgünlükte yeni bir kavram ortaya konulmuştur: tekil insanların faaliyeti değil, kolektif öznenin faaliyeti ve bu faaliyet sonucunda ortaya çıkan gelişmeler… Kolektif öznenin yaratıcılığında herkes aynı yönde ve yoğunlukta çaba göstermemiş olabilir. Böyle bile olsa ulaşılan sonuç kişilere indirgenemez, kolektif öznenin eseridir. 1990 sonrasındaki iletişim devrimi kolektif öznenin ortaya çıkmasını önemli oranda kolaylaştırdı, geride bırakılan ülke dahil başka ülkelerdeki insanlarla iletişim kurmak kolaylaştı. Yaratıcı sürgünlük, ortadan kalkmamakla birlikte, tek kişilerin faaliyeti olmaktan çıkmıştır.
|