Şuanda 36 konuk çevrimiçi
BugünBugün796
DünDün1181
Bu haftaBu hafta4474
Bu ayBu ay38211
ToplamToplam10154766
bir dönemden kısa notlar (4) PDF Yazdır e-Posta
İrfan Dayıoğlu tarafından yazıldı   
Salı, 15 Haziran 2010 05:58


Ortak ülkemiz Türkiye’nin devrimcileri, demokratları, yurtseverleri, insanlık için yola çıkmış tüm bireyler, içinde geçmekte olduğumuz süreç bizlere tarihsel sorumluluklar yüklemektedir. Bu ülkede 68’liler ve 78’liler olarak tanımlanan iki sol kuşak yaşadı, ben bu iki kuşağı da yakında tanıma olanağı buldum, onlarla yoldaşlık yaptım, örgütlü sol içinde yer aldım. Biliyorum ki, binlerce yaşıtım da değişik örgütlenmeler içerisinde yer aldı, binlerce devrim yolunda şehit düştü. On binlercesi işkencelerde geçirildi, zindanlarda onlarca yıl yaşam sürdü. Yine on binlercesi de yurtdışına kaçarak yaşamını sürdürebildi.

Yine biliniyor ki, devrimci hareket saflarında binlerce kahraman çıktı, direniş destanı yazanlar çıktı, önderler çıktı. Buna ek olarak ta hainler çıktı, zayıflar çıktı, işbirlikçiler çıktı, yoldaşlarını yarı yolda bırakanlar çıktı,  bütün bunlar eşyanın doğasına uygundur elbette. Uygun olmayan, hainlerin kahraman, kahramanların hain gibi gösterilmesidir. Türkiye devrimci hareketinde bunun örnekleri çoktur, polis sorgusunda itirafçılığı kabul edenler, bir tokat dahi yemeden teslim olanlar, sonradan bunlar unutularak önder ilan edildi, kahraman yapıldı. Kahramanca direnenler, işkencelerde isimlerini dahi vermeyenler bu sahte önderler tarafından kendi gelecekleri için engel görüldüklerinden, ya arkasından itilerek intihar vari eylemlere sürülerek imha edildiler, ya da bazı iftiralara maruz bırakılarak saf dışı edildiler, hedef yapıldılar, hatta örgütleri tarafından  infaz edildiler.

Bu 40 yıllık sürecin mutevazi bir tanığı olarak artık vicdanımla hesaplaşmak gerektiğine inandım ve bildiklerimi gelecek kuşaklara aktarmayı kendime görev edindim. Bundan dolayı ilk elden 1975-89 yılları aralığında içinde yer aldığım THKP-C Halkın Devrimci Öncüleri (Acilciler) örgütü ile ilgili tanık olduğum bazı olaylar ve kişiler hakkında yazmaya karar verdim. Bunu yaparken amacım, herkesin olduğu gibi tanınmasını sağlamaya katkı sunmak, herkesin hak ettiği biçimde tarihte yer almasını sağlamaya çalışmaktır. Artık kimse “kendi kaderi ile” baş başa bırakılmayacaktır. Herkes geçmişte işlediği suçların hesabını verecek, hiçbir kötülük yapanın yanında kalmayacaktır. Doğrusu budur. Doğrusu her devrimci bireyin önce kendi ile hesaplaşmasıdır. Kendisi ile hesaplaşan, kendisi ile barışık birey, diğerleri için de vicdanlı değerlendirmelerde bulunabilir. Artık politik kaygılarla hareket etme lüksümüz bulunmuyor. Geçmişte örgütlerimizin içine girdiği bazı ilişkileri, politik kaygılarla deşifre etmedik, şimdi edilebilir. Geçmişte devrimcilere kucak açtıklarını sandığımız bazı ülkelerin, örgütlerimize sızmalarına göz yumduk, şimdi bu ifşa edilebilir.

Buradan tüm devrimcilere sesleniyorum, herkes artık kendisi ile hesaplaşmalıdır. Bu gelecek devrim mücadelesi için elzemdir. Herkes kendi örgütü içinde cereyan etmiş olan kirli oyunları açığa çıkarmak için bildiklerini anlatmalıdır. Bunu yapabilirsek kitleleri inandıracak, harekete geçirecek bir örgütlenmeye hizmet etmiş oluruz. Elbette anlatın dediğimiz sadece yaşadığımız olumsuzlukları değil, yoldaşlıkları da, birbirine ölümüne bağlılığı da, kahramanlıkları da, devrime bağlılığımızı da anlatmalıyız. Çünkü olumluluklarımız, olumsuzluklarımızdan kat kat fazladır. Biliyorum ki, yüz binlerce devrimci, şahsi hiçbir çıkar gözetmeden, kendi şahsi geleceklerini hiçe sayarak, ellerinin tersiyle iterek, halklarımızın kurtuluşu için ölüm de dahil her türlü tehlikeyi göze alarak kahramanca mücadele ettiler. Ancak bu kahramanların sırtından kendilerini yaşatan sahte önderler de tanıdık, sahte devrimciler de tanıdık. İşte bizim işimiz tarihe tanıklık ederek, bu sahtekarları deşifre etmek olmalıdır. Bunu tüm sol örgütler becerebilirse, gelecekte kimse bu tür sahtekarlıklarla devrimci hareketlerin içine sızamaz, tasfiye edemez, yüzlerce insanı bir hiç uğruna ölümlere gönderemez.

Devrimci hareket 12 Eylül’den 30 yıl sonra hala kendi örgütsel öz eleştirisini sağlıklı bir biçimde yapabilmiş değil. Hala 35-40 yılda bir türlü kitleselleşememiş, halka mal olamamış,  iktidar olma, iktidara gelme perspektifinden yoksun marjinal sol hareketler ve önderleri burunlarından kıl aldırmıyorlar. Geçmişte hiç hata yapmadıklarını iddia ediyorlar. Buna inanan birkaç genci yanına alan bu sanal önderler hala siyaset sahnesinde barınma olanağı bulabiliyorlar. Bu bizim kuşağın hataları sayesinde olmaktadır. Susmamızdan cesaret alan bazıları, yıllarca sustuktan sonra yeniden siyaset sahnesine çıkmaya cüret edebilmektedirler. Bunlara müsaade edilmemelidir.

Şimdi gelelim Acilciler örgütüne, ben bu örgüte 1975 yılında İstanbul’da katıldım. 1972 yılından beri THKP-C’ye sempatim vardı. Üniversiteye 1974 yılında geldiğimde buradaki THKP-C sempatizanları ile tanıştım. Okulda 5-6 arkadaş kendi aramızda eğitim çalışmaları yaptık, kesintisizleri okuduk, daha sonra da etrafımızdaki gençlere bildiklerimizi aktarmaya başladık, 1975 yılında okula gelen B.Gürdil ile tanıştık ve  Türkiye Devrimimin Acil Sorunları (TDAS) broşürünü okuduktan sonra bu guruba katılmaya karar verdik. Biz o dönemde İYÖKD üyesi idik ve okulumuzdan iki arkadaşımız da yönetim kurulu üyesi olmuştu. Örgütle tanışmamızdan kısa bir süre sonra 26 Ocak 1976 Beylerderesi olayının olması bizi önemli oranda sarstı. Önder yoldaşların katledilmesi ve birçok yoldaşın da operasyonlar sonrasında hapishaneye düşmesi hala örgütle tanışma safhasında olan bizleri okullarımızı bırakarak örgütte profesyonel olarak yer almaya itti.  1977 Ağustosunda örgütün yediği büyük darbede gözaltına alınanlardan biri de bendim. Daha sonra gıyabımda tutuklama kararı verildi. Bu operasyondan birkaç ay sonra Mihraç Ural arandığı İstanbula yerleşti, yanında yine aranan A.F.Çiler ve Nebil vardı. Burada 6 ay kaldıktan sonra yakalandı. Mihraç bu süreci anlatırken İstanbul fatihi olarak kendi ilan ediyor, topu topu burada 6 ay kaldı, ben kendisiyle iki defa Günay Karaca’nın evinde, 3-4 defada Gebze’de kaldığım örgüt evinde karşılaştım. O dönem bizim örgütümüzde lider, önder gibi kavramlar bulunmuyordu, bölge sorumluları vardı ve bunlar Genel Komiteyi yani bugünkü adıyla MK’yı oluşturuyorlardı. Mihraç ta bu komitenin üyesi idi ve üye olmaktan da aranıyordu. Kendisi arandığı şehir İstanbul’u fethetmekle meşgulken, bana da sen aranıyorsun o yüzden şimdilik örgütsel ilişkiler içinde yer alma, kaldığın Gebze ile çalışmalarını sınırlandır diyordu. Yorum okuyucuya ait. 6 ayda İstanbul’da benim bildiğim kadarıyla hiçbir yeni ilişki kurmamışlardı, hiçbir alanda yeni örgütlenme yaratmamışlardı. İlişkileri birkaç eski yoldaşla görüşmekten ibaretti. Ama anılarını anlatırken hızını alamıyor, adeta tüm İstanbul halkını örgütlediğini söylemeye çalışıyor.

Oysa İstanbul örgütlenmemizi tanıyanlar, Mihraç ve 3-4 yandaşının 6 aylık İstanbul macerasında ilişkileri deşifre etmekten öte bir işe yaramadıklarını bilirler.  Yakalandıkları operasyondan sonra biz çalışmalarımıza devam ettik, Haydar Yılmaz ve Günay Karaca ile ilişkilerim hep sürdü. Geçerken belirteyim, ben Gebze’de örgütün tuttuğu bir evde yaşıyordum ve giderlerimizi örgüt karşılıyordu. 77 operasyonundan sonra bu durum değişti. Kendi olanaklarımızla evde kalmaya başladık. Mihraç İstanbul’a geldiğinde defalarca para talep etmeme rağmen hiçbir zaman bizlere maddi destek verilmemiştir. Yine 77 davasından yargılananlar belki bilmiyor olabilirler. Arkadaşların avukat parası, benim mahkemeye gelip sorgulamaların tamamlanması neticesinde kardeşinin serbest kalacağına inanan bir doktor tarafından karşılanmıştır. Mihraç birkaç defa dile getirmemize rağmen avukat paralarını ödemeye yanaşmamıştır. O dönemde bu davaya Burhan ve Orhan Apaydın kardeşlerin Bürosu bakıyordu. Ben  gıyabi tutuklu iken bu doktorla oraya giderek vekaletname verdim ve şubat 1978 deki duruşmaya katıldım. Sorgum yapıldı. Mahkemede Isparta’dan gelenler ifade vermedi. Hakim Engin yoldaşın doğum tarihini karıştırınca mahkeme karıştı, ben mahkemeye tahliyemi isteyen bir dilekçe vermiştim, ayrıca tutuklu olan bazı arkadaşların avukatları da tahliye istedi. Hakim tüm tahliye taleplerini ret etti. Böylece benim de tutuklanmam gerekiyordu. Ancak ben mahkemeye dışardan katıldığımdan kapıdaki askerler, sadece kendi getirdiği mahkumları götürdüler, ben ise Avukatın işareti ile dışarı çıktım ve arkadaşımızın kardeşi doktorla hızla oradan uzaklaştık. Doktor bana kesin tahliye olacağım sözü vermişti, avukatlar da öyle demişti. Ancak ben tutuklanmıştım ve şimdi kaçak durumuna düşmüştüm. Nitekim 1979 yılı ortalarında bir avukat arkadaşımı Selimiyeye gönderdim kendi durumumu sorması için. Oradan  arkadaşa beni mahkemelere çağırmak için tüm cezaevlerine mektup yazıldığını, ancak benim hiçbir cezaevinde bulunamadığımı söylemişler, ondan sonra da beni kaçak olarak aramaya başlamışlar. İşte böyle bir durumda olan benim evim 78 martındaki operasyonda basıldı ve ben bu evde o gün tesadüfen bulunmadığım için kurtuldum. Eve gelen polis evin bana ait olduğunu bilerek ve beni gerçek ismimle mahalleden sorarak gelmişti. Bu durum hala benim için aydınlanmış bir olay değil. Bir direk ihbar olmadan bu evin bilinmesi ancak yakalanan birinin konuşması ile olanaklıdır. Çünkü eğer bu eve gelenler izlenmiş olsaydı, bu izlenme sonucu gelenlerin tümünün sonradan yakalanmış olması gerekiyordu. Ancak gelenlerden sadece üç kişi Mihraç, A.Fuat ve eşi yakalanmıştı. Bunlardan Fuat ve eşi kısa bir dönem sonra serbest bırakıldılar. Mihraç ise iki yılı aşkın bir süre kendi deyimi ile 16 zindan dolaşıp yüzlerce militan yetiştirdikten sonra Adana cezaevinden kaçarak 1980 Eylül darbesinden önce Suriye’ye geçti. Onun Türkiye’de, 2 yıl Antakya, 6 ay İstanbul, Samsun, bursa olmak üzere toplam iki buçuk yıl bir pratiği var, 2,5 yılda hapis hayatı toplam 5 yılda ülkenin en önemli örgütlerinden birisinin Genel Sekreteri oldu, daha 25 yaşındaydı. Ne büyük zeka, ne büyük başarı. Öve öve bitiremediği Türkiye’deki devrimci mücadelesi yarısı cezaevinde toplam 5 yıl. Sonrası 30 yıllık Suriye macerası.

O bugün ajan, hain, işbirlikçi dediği insanlara yatıp kalkıp dua etsin, eğer bu insanlar 1978 Acil-HDÖ ayrılığında kendisi ile birlikte davranmasalardı, kendisi tek başına bu örgütten kovulmuş birisi olarak anılacaktı. O Cezaevlerinde Engin Erkiner ve İbrahim Yalçın’a, Eşber Yağmurdereli’ye, dışarıda İstanbul’da Başta Haydar Yılmaz, ben ve Günay Karaca olmak üzere  İstanbul Örgütünden onlarca  yoldaşa oturup kalkıp dua etmelidir. O dönem yaşanan ayrılığın Güneyliler ile örgütün kalan kısmı arasında bir ayrılık olmasını bizlerin senin yanında olması önledi. Yoksa sen tek başına kalacaktın. Sen biliyormusun ki, Hami Gönen, Mete Özer ve Hilal Orkunoğlu bana Hami ve Mete aracılığıyla, cezaevlerinden örgütün yönetilmesine son verilmesi gerektiğini, ve adı geçen bizlerin kendisini genel komite ilan ederek örgütü bölünmekten kurtarması gerektiğini önerdiler. Onlar Rızaya rest çekeceklerdi, bizlerde Engin ve sana rest çekecektik ve örgüt bölünmekten kurtulacaktı. Ancak ben sonraki randevuya gitmeyerek onların önerisini kabul etmemiştim. Sen yine kurtulmuştun. Kurtuluşunu Engin yoldaşa borçlusun. Çünkü Rıza kır gerillasını savunuyordu, öncü savaşının askeri sanatı diye yazı yazmıştı. Engin Öncü Savaşının Politik Sanatı diyordu, sen de bundan yana idin, bundan dolayı bizim saflarımızda kaldın. Ancak sen Engin’i sanki sırtında taşımış gibi lanse ediyorsun, oysa gerçekler tam tersinedir. Senin politik bir formasyonun yoktu ve önermelerin de olamazdı. Teoriyi yazan hep Engin olmuştu. Sen ihtiyaç duyduğun noktaya kadar Engin ile birlikte oldun, ihtiyacının olmadığını zan ettiğin anda yolları ayırdın. Herkesle yaptığın gibi,  sen aslında hiçbir zaman devrime, insanlığın kurtuluşuna, özgürlüğe, demokrasiye inanmadın. Sen hep tek başına iktidar olmak istedin, bunun olanaklı olduğuna inandığın anda da önünde engel olarak gördüğün herkes ile yollarını şu ya da bu şekilde ayırmaktan çekinmedin. Gelecek yazılarımda bu yolları hangi yöntemlerle, hangi araçlarla ayırdığını kaleme alacağım.