Türkler ülkelerini neden sevmezler? Yazdır
Engin Erkiner tarafından yazıldı   
Salı, 04 Eylül 2018 16:28


Bu yazıyı sekiz yıl önce yazmışım. O zaman yazının yerleştirildiği site artık bulunmuyor ama başka siteye de almamışım. Orijinalini buldum, gelecek yazım yurtseverlik üzerine olacağı için daha önce bu yazının okunmasında yarar bulunuyor.

TÜRKLER NEDEN ÜLKELERİNİ SEVMEZLER?

Soru garip görünebilir ve tersi bile iddia edilebilir: Türkler büyük oranda milliyetçi bir halktır. Milliyetçilik yıllardan beri çok sayıda parti tarafından sürekli kullanılır. Milliyetçilik yaşanılan ülkeyi sevmeyi de içerdiğine göre, Türklerin yaşadıkları toprakları sevmedikleri nasıl iddia edilebilir?

Yıllar önce şimdi hangi sayısı olduğunu hatırlamadığım Birikim Dergisi’nde Tanıl Bora’nın bu konuyla ilgili bir yazısını okumuştum. Türklerin ülkelerini soyut olarak (harita, bayrak, marş) olarak sevdiklerini, ama somut ülkelerini sevmediklerini savunuyordu.

Somut ülkeden kasıt; yaşanılan topraklarda bulunan bitki örtüsü, hayvanlar, akarsular, ülkeyi çevreleyen denizler –ve eklemek gerekir- insanlardır.

Doğa tahribatının korkunç boyutta olduğu ve bundan da sadece kapitalizmin ve devletin sorumlu olmadığı biliniyor. Harcanılan onca çabaya ve dünyadaki değişik örneklerin de bilinmesine karşın, doğa bilinci oldukça az gelişmiştir.

Sık sık ülkenin modernleşmesi ile doğa karşı karşıya getirilir.

Bunun son örneklerini nükleer santralda ve yapılması planlanan çok sayıda barajda gördük.

Başbakan olsun değişik bakanlar olsun sürekli olara doğa tahribatıyla insanlara iş bulunmasını, refah düzeyinin yükselmesini karşı karşıya getirirler.

Akkuyu’da nükleer santral yapılacak, ucuz elektrik elde edilecek…

Doğru değil! Ama doğru bile olsa, Akkuyu için sıralanan çok sayıda sakınca var. Buna karşı birkaç bin kişiye iş sahası açılacağı söyleniyor.

Binlerce dönüm orman golf sahası yapılması için kesiliyor.

İtiraz eden az sayıda kişiye karşı, “birkaç bin kişiye iş sahası açılacağı” söyleniyor.

Nükleer santrala da karşı çıkanlar var, ama sayıları az…

Çevre konusundaki bu duyarsızlığı çöplerin neredeyse her tarafa yayılmış olmasından, kirli sulara ve pis havaya kadar birçok alanda görmek mümkündür.

Avrupa ülkelerinde ise tersi bir durum görülür. Her yer ağaç, her yer yeşil, akarsuların temizliği için özel bir çaba harcanıyor, keza havanın temizliği için de…

İsviçre’de kent içinden geçen akarsuların bile dibinin göründüğünü fark ettiğimde çok şaşırmıştım. Kent içinde bile bu denli özen ve temizlik...

Almanya’da yaşayanlar bu ülkede sonbaharın ne kadar güzel olduğunu bilirler. Sararan ağaçlar her çeşit rengi taşırlar.

Aslında güzellik her yerde var, farklı olan bakımlı güzelliktir.

Türkler ülkelerini soyut olarak severler; istiklal marşında heyecanlanırlar, bayraklarını severler, ama somut ülkeyi sevmeye gelince, ona aldırmazlar.

Gerçekte değişik Avrupa ülkeleri halklarındaki ülke sevgisi Türklerden daha fazladır.

Bu kadar bakımlılık sadece belediyelerin becereceği iş değildir. Ülkelerini seviyorlar ve ona bakıyorlar. Hatta denilebilir ki, soyut ülkeyi daha az, somut ülkeyi daha çok seviyorlar.

Türkler (somut) ülkelerini neden sevmezler?

Bunun önde gelen nedeni, kendilerini bu topraklara yabancı hissetmelerinden olsa gerektir.

Türkiye Cumhuriyeti kurulmadan kısa süre önce ve kurulduktan hemen sonra Anadolu’da büyük ve zorunlu göç hareketleri oldu. Balkanlardan ve Kafkasya’dan (genellikle Türk olarak adlandırılan ama Müslümanlık ötesinde benzer yanları az olan) büyük bir kitle Anadolu’ya geldi. Rumlar ve Ermeniler ise bu topraklardan sürüldüler.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yüzyıllardan beri Anadolu’da yaşayan yerliler ile, Osmanlı İmparatorluğu’nun değişik bölgelerinde birkaç yüzyıldan beri yaşayan ve bu bölgelerde bağımsız devletlerin kurulması sonucu orasını terk ederek Anadolu’ya göç eden çok sayıda Müslüman göçmen bulunur.

Cumhuriyet’in kurulmasından kısa süre sonra uygulanmaya başlayan Türkleştirme politikası herkesi hedef alır. Müslüman bir kimlik esas alınarak kurulan ülke, Türk kimliği esas alınarak yeniden yapılandırılır.

Büyük baskılarla, direnişlerle ve büyük Kürt isyanlarıyla yürüyen bu süreç sonuna geldi.

Baskıyla, zorlamayla yürütülmeye çalışılan “tek tip” kardeşlik olmuyor.

Halklar arasındaki ve halklarla devlet arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesinin gereğinin yanı sıra, insanlarla üzerinde yaşadıkları toprak arasındaki ilişkinin de yeniden düzenlenmesi söz konusudur.

“Bu topraklarda sıkışıp kalmış olmak” duygusu sürdükçe, Türkler’de somut ülke sevgisi zor gelişecektir.

Ülkenin coğrafi sınırlarıyla, bayrağıyla, marşıyla, Atatürk’ü ile değil; doğası ve insanıyla sevilmesi, burada yaşayan insanların da köklü bir yeniden yapılanmasını gerektirir.

Zor ve uzun bir süreç olacak…

İnsanların üzerinde yaşadıkları topraklarla sorun yaşamaları, ekonomik durumun görece iyi olduğu dönemlerde bile sürekli olarak buradan gitmek istemeleri, başka ülkelerde yıllardan beri yaşamayı “başka bir Türkiye kurmak” olarak algılamaları ancak o zaman sona erebilecek…

Yazıyı Kayseri’deki Cumhuriyet bayramı töreninde yaşanılan ve konumuzla ilgili bir komediyi aktararak bitirmek istiyorum:

Valilikte verilen resepsiyonda büyük bir pasta vardır. Pasta ülke haritası şeklinde yapılmış ve üzerine de kırmızı-beyaz jöle dökülmüştür. Pastanın yenilebilmesi için küçük küçük kesilmesi yani bölünmesi gerekir. Ama kimse “ülkeyi bölmek” istemediği için pasta da yenilemez.

Pastayı bölmekle ülkeyi bölmek arasında kurulan bu garip ilişki, ülkeyi üzerindeki doğa ve insan varlığıyla değil de, sadece soyut olarak, harita olarak algılayabilmenin sonucudur.

Sonuçta pasta kokuyor ve çöpe atılıyor.

“Bölünmemiş olarak” tabii…