Yılmaz Güney lümpen miydi? Yazdır


    Böyle bir iddia yıllardan beri var. Gerekçesini  ise, Yılmaz Güney’in kadınlara karşı davranışından alıyor. Yılmaz, avantür filmleri çevirdiği dönemde birlikte yaşadığı kadınları döver, onların ne giyeceklerine, nasıl oturup kalkacaklarına karışırdı. Buna O’nun içmesini, kumar oynamasını, silaha olan düşkünlüğünü ve kabadayılığını da ekleyince, ortaya bir lümpen portresinin çıkması kolaylaşıyor.

   Yılmaz Güney’in bir hakimi öldürerek cezaevine girmesi de, söz konusu kişinin karısının ve arkadaşlarının yanında kendisine küfretmesinden kaynaklanmıyor muydu? Kabadayılar dışında çevirdiği filmler ve kazandığı ödüllerle ünün zirvesinde olan hiç kimse böyle bir provakasyona düşmez. Yılmaz Güney onu “cezalandırmak“ zorundaydı, aksi durumda itibarı sarsılırdı. O itibarın üzerine kurulduğu unsurlardan bir tanesi de Güney’in “delikanlılığı“ idi. Bir delikanlının arkadaşlarının yanında, herkesin içinde, hele de karısı yanındayken küçük düşürülmesi, hakarete uğraması affedilemez. Cezası verilir!

    Yılmaz Güney uzun süreli hapisliğinde bu özelliklerinden kurtulmaya çalıştı. Bu çaba, geçmişe arkasını dönüp yeni bir insan kurma yönünde olmadı. Eskinin bazı unsurlarını alarak yeniyi onlarla birlikte oluşturmaya çalıştı. Ne var ki, eski, sık sık onun ne yapacağını da belirledi. Çok tanınmış bir kişiydi ve bunu özellikle avantür filmlerine borçluydu. O filmler nedeniyle oluşan büyük hayran kitlesini devrimci fikirler yönünde dönüştürmeye calıştı. Bu amaçla kendi adıyla (Güney) bir yayın  da çıkardı. Kurduğu siyasi örgüt “Güneyciler“ diye anılıyordu. Bu adın seçimini Murat Belge’nin yaptığı gibi “megalomani“ye bağlamamak gerek. Başka bir isim hitap edilmek istenen kitlenin dikkatini çekmezdi.

   Yılmaz Güney filmleriyle tanınıyordu. Aktör ve yönetmendi. Yazdığı Politik Yazılar adlı üç ciltlik kitabın da gösterdiği gibi teorik ve entelektüel düzeyi iyi değildi. Çok okuyordu ama bu sadece okumak ve tartışmakla olacak iş değildi. İyi bir eğitim önkoşuluna bağlıydı. Yılmaz’ın sanatı önemsemesi, buna karşılık gerekli entelektüel düzeyi fiilen küçümsemesi ilginçtir. O’nun oynadığı alan farklıydı, orada tekti ve hayran kitlesine sadece O seslenebilirdi. Ne ki, bu sesleniş hiç de beklenilen sonuçları vermedi. Bu kitle Yılmaz Güney hayranı olarak kaldı. Dergi bu büyük kitleye seslenemedi. Okuru çok azdı.

   Yılmaz’ın kendisini diğer politik gruplardan ayıran özgün bir politik görüşü de yoktu. Olsa da bu görüşün altını doldurması hayli zordu. Bu durumda örgütün politik propagandası kaçınılmaz olarak kendisine dayanıyordu.

   Buradan bir şey çıkmazdı, çıkmadı da. Yılmaz Güney’in yapması gereken, sosyalist bir sanatçı olarak kalmaktı, ama 1970’li yıllarda bunu yapmak hiç kolay değildi. Güney buna uygun birikime de sahip değildi. Türkiye solu –bir bölümü birbirine düşman- çok sayıda parçaya bölünmüştü. Birisinin yaptığının öteki tarafindan benimsenmesi mümkün değildi. Ötekini reddetmek sanatı da kapsıyordu. Bu nedenle Yılmaz’ın kendi örgütünü kurmasını zorunluluk olarak görüyorum. Koşullar O’nu itti, O da itildiği yere gitti.

   Gerçi kendisini “devrimin Lenin“i olarak da görüyordu, ama bunun üzerinde durmayalım. Böyle bir iddia ancak Lenin’i bilmeyerek ileri sürülebilir. Varolan örgütlerden birisine girmek O’nun için kullanılmak demekti. O’na sempati duyan büyük bir kitle de vardı. Bir örgüte girseydi, o örgüt O’nun yapamadığını yapabilir, bu kitleyi belirli oranda yönlendirebilirdi. Güneyciler bunu yapabilecek politik kadrolara sahip olamadılar.

   Yılmaz 1972’de THKP-C’lilere yataklık suçlamasıyla hapse girmişti, ama siyasileri tanımıyordu. Onları önce uzun hapisliği sırasında tanıdı. Hapishanelerin dış dünyadan farklı olduğunu Fransa’da Duvar filminin çekimi sırasında öğrenecek ve şaşıracaktı.

   M. Şehmus Güzel, İnsan Yılmaz Güney’de Mehmet Güven’in tanıklığına dayanarak O’nun bu duygusunu şöyle aktarıyor:

   “Yılmaz Güney’de cezaevi disiplini vardı. Komün disiplini yani. Ayrıca, Güney devrimcileri cezaevinde o disiplin içinde tanıdı. Burada, film çekiminde aynı disiplini bulamadı ve biraz şaşırdı. ’Anladım ki cezaevinde gördüklerime dayanarak devrimcileri değerlendirmişim. Bu gerçeğe tamamıyla uymuyor, o yüzden yanılmışım. Devrimciler, film çekiminde görüldüğü gibi, aslında daha az disiplinli insanlar’ diyordu.“

   Yılmaz bu yargısında haksızdı. Nasıl politik olmayan mahkum içerde ve dışarda aynı değilse, devrimciler de öyleydiler. Dışardaki yaşamın başka bir disiplini vardır ve sorun bunun anlaşılmasıdır.

 

   KALAN…

 

   Yılmaz Güney’den geriye filmleri kaldı.

   Lümpen yönleri yok muydu, vardı. İnsanlar tek yönleri alınıp genelleştirilemezler. Yılmaz Güney’in lümpen olarak tanımlanabilecek yönleri vardır, ama bunlar belirleyici değildi. Yılmaz Güney’i “politik bir lümpen“ olarak tanımlamak mümkün değildir.

   Sonuçta lümpen değildi. Dahası O’nu lümpen olarak tanımlayanlar, Türkiye sinemasını da küçümsüyorlar. Yılmaz Güney bu sinemanın büyükleri arasındadır. Umut, Umutsuzlar, Sürü gibi filmleri sadece çevrildikleri dönemde yankı yaratıp ödül kazanmamışlar, yıllar sonrasına da kalmışlardır. Yılmaz Güney’in bu ülkenin sinema tarihindeki yerini reddeden yoktur. Bu, genel özelliği lümpenlik olan bir insanın başarabileceği iş olmasa gerekir.

 

(*) Avrupa’da ve Türkiye’de Yazın, Sayı: 105, 2004