İç içe örgüt tarihleri Yazdır


Devrimci örgütlerin tarihleri arasında iç içelik vardır. Bir örgütün tarihi bir ya da birkaç örgütün tarihiyle birlikte anlatılırsa anlam kazanır, aksi durumda eksik kalır.

Somutlayacak olursak: Devrimci Yol’un tarihi Kurtuluş ve Acilciler tarihi ile iç içedir. Bu iç içelik Acilciler tarihinde 1974-77 gibi ilk dönemi kapsarken, Kurtuluş ile daha uzun bir içiçelik söz konusudur.

Bu durumu Devrimci Yol’un sözlü tarihinin anlatıldığı “Tarihle Söyleşiler” kitap dizisinin yayınlanan bölümünde de görmek mümkündür. Konuşan kişiler mutlaka Kurtuluş ve Acilciler’den söz etmektedir. Bu söz etmenin iyi ya da kötü olması önemli değildir, önemli olan özellikle bu iki örgütten söz edilmesidir. Bu durum, DY tarihinin iki örgütün tarihiyle iç içeliğinin de göstergesidir.

Acilciler’in tarihi MLSPB, Eylem Birliği gibi silahlı mücadele örgütlerinin tarihiyle iç içe değildir. Dışarıdayken çok az bağlantımız oldu, ortak noktamız çok azdı. Onlar da biz de THKP-C çizgisini savunuyorduk ama yorumlarımız çok farklıydı. Dışarıdan bakılınca benzediğimiz sanılır ama durum hiç de böyle değildi. Bunu hapishanede ilk kez uzun süre yan yana olunca daha iyi görmek mümkün oldu.

Acilciler tarihi anlatıldığında DY ile özellikle Ankara’da olan neredeyse günlük sürtüşme anlatılmak zorundadır. Değişik kentlerde de çelişkiler yaşanmış olabilir, ama Ankara’daki günlük denilebilecek kadar yoğundur.

Bu kadar çelişkili bir ilişki içinde iki örgüt arasında nasıl silahlı çatışma çıkmadığına hala şaşarım. Hiçbir şey olmadı diyemem ama o yıllarda sol içi çatışmalar düşünüldüğünde bu çelişkide olan bir şey sayılmaz.

Bunun için iki neden sayılabilir:

Birincisi: iki tarafın da dikkatli davranmasıdır. İki örgüt de birbirine sözlü ve yazılı her çeşit lafı etmiştir, ama genellikle burada kalınmıştır.

İkincisi: çatışma ortamının oluşmasından kaçınılmasıdır. Sol içi şiddette buna uygun ortamın oluşmuş olması belirleyicidir. Sanılanın aksine bir örgütün sorumluları militanlara diğer örgüte saldırmaları, şu veya bu kişinin icabına bakılması için talimat vermezler. Verenler de olmuştur ama genel uygulama böyle değildir. Ortam çatışmaya uygundur ve çatışma bir yerden patlar. Sorumlular olaydan sonra haberdar olurlar ve yapabilecekleri en iyi şey, tırmanmayı önlemektir.

Burası çok önemlidir. Herkes şiddet ilişkileri içinden, şiddet toplumundan gelmiş… Toplumda her alanda şiddet hüküm sürüyor. Bu durumda solun şiddetten uzak olması mümkün değildir ve bütün mesele bunun mümkün olduğu kadar frenlemektir.

İlk olaya, “yoldaşın kanı yerde kalmayacak” diye yaklaştınız mı, gerisi gelir.

Zor bir durumdur çünkü karşı taraf gösterilen sorumluluğu anlamayabilir ve korkuldu sanıp yeniden saldırabilir. Bu durumda ne yapılır, bilemiyorum. Şiddeti durdurmak için güç gösterisi yapmak gerekli olabilir.

Ankara’da DY ile –o zamanki adıyla Devrimci Gençlik- öğrenci hareketinde günlük sürtüşmemiz vardı diyebilirim. Mekan da SBF idi. Nasuh Mitap da bu okulda bulunduğu için neredeyse günlük sürtüşme vardı. Bu sürtüşme 1976’da özellikle yoğunlaştı. Beylerderesi’nde üç yoldaş, İlker Akman, Hasan Basri Temizalp ve Yusuf Ziya Güneş silahlı çatışma sonucu hayatlarını kaybetmişlerdi.

Yusuf’u ben bile tanımıyordum ve bu da normaldi. Ankara’da hiç kimse gerekli olmayandan fazlasını tanımazdı.

Hasan Basri, ki Yüksel bile tanımıyordu, pek bilinmezdi.

İlker ise TMMOB’de çalıştığı için en azından bu çevre tarafından biliniyordu.

TMMOB’deki bazı tipler İlker için “şizofrenidir” diye bir laf çıkardılar.

Sanıyorum korkularından böyle yaptılar. TMMOB’de yakın zamana kadar yöneticilik yapan bir kişinin silahlı mücadelede hayatını kaybetmesi onlar için ancak psikolojik olarak normal durumda bulunmamakla mümkündü.

Beklenir, bu tiplerden beklenir…

Beklenmeyen ise, bu sözün DY aracılığıyla bütün ülkeye yayılmasıydı. Nasuh’un bu konuda büyük çaba harcadığını belirtmek gerekir. Bizim yüzümüze bir şey söylenmiyordu, söylenemezdi de, ama devrimci hareketteki o malum dedikodu ortamında kimin ne yaptığını, hele de kişi açık ilişkiler içindeyse öğrenmek hiç zor değildi.

Sanıyorum bizim de kendileri gibi ölümler temelinde politika yapacağımızı sanmışlardı. Oysa ki biz DY’yi ölümlerle değil, teoriyle zorluyorduk.

Bu zorlama sonucunda aynı yılın yaz aylarında “Türkiye Devriminin Acil Sorunları Üzerine Birkaç Söz” başlıklı bir yazı yayınladılar. Kaç sayfaydı şimdi hatırlamıyorum ama herhalde on teksik sayfası kadar vardı.

Hayatımda bundan daha saçma sapan bir eleştiri okumadım diyebilirim. Sorun eleştiri değil, yazıdaki mantık…

“Bunalımdan söz ediyorlar, acaba bunalım mı geçiriyorlar” türünden ifadelerin yer aldığı bir yazı…

Bu yazıyı Nasuh’un yazdığını duyacaktım.

Bu yazıya aynı yılın sonuna doğru ağır bir cevap yazdık.

Özellikle İlker konusunda Nasuh’a fena halde kızardım. İnsan bir görüşe karşı olabilir, şiddetle eleştirebilir, ama bu tür yöntemler kullanmamak gerekir. Etkisi de olmaz üstelik…

Sonra kızmaktan vazgeçtim, hele de 12 Eylül 1980 sonrası durumlarını daha yakından öğrenince…

Ankara Mamak, Devrimci Yol ana davası…

Siyasi savunma yapılmıyor.

Cezaevinde direnişe katılmak yerine Raci Tetik yönetiminin istekleri yerine getiriliyor.

Yıllarca bunun nedeni bilinmedi ve haklı olarak düşünüldü ki, DY’nin militanlığı bu kadarmış.

Parti kurup silahlı mücadeleye başlayacaklardı, bir türlü olmadı…

DY’un içinde çok sayıda militan insan vardı ve bunların susmuş olmaları da ayrı bir gariplikti.

Taner Akçam, Nasuh’un kendisine söylediklerini aktardığında durum anlaşıldı: amaç aralarından itirafçı çıkmasını engellemekti. Bu nedenle politik savunma yapılmamıştı ve eklemek gerekir hapishanedeki pasif tutum da bununla ilgiliydi.

Ağır bir baskı döneminde her örgütten birkaç tane itirafçı çıkabilir; önemli değildir, olabilir.  DY yöneticileri itirafçıların birkaç kişiyle sınırlı kalacağını bilselerdi aralarından en azından bir bölümü farklı davranırdı. Ama itirafçılık bir kere başladı mı nerede duracağını kimse bilemiyordu. Üstelik hapishane yönetiminin itirafçı sayısını artırmak için özel çaba harcayacağını da mutlaka düşünmüşlerdir.

Bir başlarsa nerede durur, bilinmez.

Fatsa davasında itirafçı oranının neredeyse yüzde 50 olduğunu hatırlatırım.

Bu durumda hapishanede ve mahkemede savunma çizgisini oldukça geride kurmanın nedenini anlayabiliyorsunuz.

Ben böyle bir durumla karşılaşsaydım, akıl sağlığımı koruyabilir miydim, bilmiyorum.

Tabii ki kişilerin kendi sorumlulukları vardır, itirafçılar için de durum böyledir. Ama düşünün: bu insanların şekillenmesinde bire bir oranda olmasa bile önemli rol oynamışsınız ve bu insanların dikkate değer bir bölümü peş peşe itirafçı oluyorlar ya da olma potansiyeli taşıyorlar.

Çok zor bir durum…

Durumu kurtarabilirsiniz ama karşılaştığınız bu tabloyu da unutmazsınız, unutmanız mümkün değildir.

Çıktıktan sonra da vefatınıza kadar geçen 23 yılda politika alanında yer almazsınız.

Bana ters geliyor, ama anlayabiliyorum.

Bu tarihin değerlendirilip kapatılması gerektiğini yeniden belirtmek gerek…

Bu durum sadece DY ile ilgili bir durum da değildir.

İsteyenler bu yükü taşımaya devam edebilirler ama ne yaparlarsa yapsınlar bu değerlendirilmemiş geçmiş onları bırakmayacaktır.