Osmanlıca... Yazdır


Eğitim Şurası adı verilen yaptığı görüşmelerden ve aldığı kararlardan islamcı eğitim şurası olduğu anlaşılan kuruluş, Osmanlıcanın lisede zorunlu ders olmasına karar vermiş…

İsterseniz gerekçe bulursunuz sözüne uygun olarak kararın gerekçesi de bulunmuş: “dedesinin mezar taşını okuyamayan tek millet” imişiz!

Duyan da sanır ki başka milletlerde dedesinin mezar taşını okumaya meraklı çok sayıda insan bulunuyor…

“Arapça değil mi uydur uydur gitsin” sözü, islamcı kararların gerekçelerinde de kendini gösteriyor: uydur gitsin…

Bir başka gerekçeye göre ise, toplumda bu yönde talep varmış…

Nasıl belirlenmiş bu talep, belirsiz. Birileri imza mı toplamış; hayır. O zaman nereden biliyorsunuz böyle dikkate alınacak derecede yüksek bir talebin bulunduğunu?

Lisede Osmanlıcanın zorunlu ders olması konusundaki tavsiye kararı, büyük bir adımın ilk parçasıdır. Hedef, Atatürk döneminde yapılan “dil devrimi”dir. Kurmay subay kafasıyla reform yapan Atatürk, bu konuda herhangi bir eğitim görmemesine karşın dil konusunda da belirleyici belirlemelerde bulunmuş ve ardından gelenler de yapılan yanlışı düzeltecekleri yerde sürdürmüştür.

İlk olarak alfabe değişikliğinin bize özgü olmadığını belirterek başlamak gerekir. Alfabe değişikliği eğer gerekli önlemler alınırsa bizdeki kültürel kopma gibi felaketli sonuçlar doğurmaz.

Azerbaycan bir değil iki kere alfabe değiştiriyor. 1991’den sonra yeniden Latin alfabesine döndüler ve böylece üç kez alfabe değiştirmiş oldular. Önce Arap alfabesinden Latin alfabesine geçtiler, SSCB döneminde ise bu alfabenin yerini Kril alfabesi aldı. Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan gibi ülkelerde yazarların, Cengiz Aytmatov gibi dünyaca tanınan yazarların da Rusça yazmaları bu nedenledir. Rusça resmi dildi ve bu dilin alfabesi de Kril alfabesiydi. Bu yazarlar için iyi de oldu çünkü yerel dilde yazsaydılar dünya edebiyatına açılamazlardı.

Bizde ise Arap alfabesinden Latin alfabesine geçildiği zaman yapılması gereken ya iki alfabede de eğitim yapmak ya da eski alfabeyle yazılmış olanları yenisine kazandırmaktı.

İkisi de yapılmadı. O dönemde sürekli kötülenen Osmanlı’nın mirası korunup da ne yapılacaktı? Türk halkı –inşallah- yeni bir tarih yazacak ve böylece de geçmişe ihtiyacı kalmayacaktı.

Arşivlerine karşı bu kadar hor davranan bir ülkede tarihçiliğin zor gelişmesi şaşılacak bir durum değildir. Başka ülkelerin tarihlerinde iyi ya da kötü çok sayıda belge bulursunuz, bizde ise ya yok edilmiştir ya da kilit altındadır. Bu durumda da tarihin yerini kaçınılmaz olarak uydurmalar alır.

“Dil devrimi”nin ardından dilde temizlik başladı. Türkçe, Arapça ve Farsça kelimelerden temizlenmeli ve böylece öz varlığına kavuşmalıydı. Gazeteciler ve yazarlar öz Türkçe terimler kullanmaya başladılar, ama buradan da istenilen sonuç alınamadı.

Bir dil insan bilgisinin bütün alanlarında faaliyet gösterildiği oranda gelişir; sadece dil üzerine kafa yorarak gelişmez.

Felsefi metinleri Türkçeye çevirmek büyük sorundur çünkü Türkçede başka dillerdeki felsefi terimlerin karşılıkları yetersizdir. Yerleşmiş karşılıklar yoktur, çevirmen karşılığı bilebilir ya da kendisi uydurabilir ama bunu da yazandan başkasının anlaması zordur.

Doğa bilimlerinde, felsefede ve diğer alanlarda yıllardır önemli denilebilecek gelişme gösterememişsen, dilde de bu alanların kavramları bulunmaz; bunları uydurmak gerekir ve bu uydurmayı da yerleştirebilmek hayli zordur.

Türkçenin arındırılması konusunda başarılı olunamadı. Arındırma hedefi ve bu hedefin içeriği de tutarsızdı.

Her dil başka dillerden bazı kelimeleri ve kavramları alır. Almanya’da bile “Alman dilini koruma” dernekleri bulunuyor. Almancanın İngilizcenin etkisine girmesine karşı faaliyet yürütüyorlar ama başarılı olabildikleri söylenemez.

Türkçenin de başka dillerden çok sayıda kelime alması kaçınılmazdır. Bir alanda varlığınız bulunmuyorsa, o alanın isim ve kavramlarını başka dillerden alacaksınız. Belki bir bölümünü uydurup Türkçeleştirebilirsiniz ama ancak bir bölümünü…

Dilde arınma çabasının neden Arapça ve Farsça kelimelerle sınırlı olduğu da sorulması gereken bir sorudur.

Türkçede çok sayıda Fransızca kelime de bulunuyor ve bu durumda neden sadece Arapça ve Farsça kelimelere dikkat çekiliyor?

Onlar batılı değil, bunun için mi?

Aslında geçmişteki bu uygulama ve şimdi geçilmeye çalışılan yeni uygulama sorunun daha geniş bir çerçevede ele alınması gerektiğini gösteriyor.

Kemalizm, ilk döneminde, “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak” hedefiyle (muasır medeniyet, batı medeniyetidir) ülkeyi Ortadoğu’dan uzaklaştırmayı amaçlıyordu.

Arap alfabesinden çıkışın asıl amacı budur.

İslamın etkisinin azaltılması da bu bağlamda düşünülmelidir. Arapça ve Osmanlıcadan uzaklaşma esas olarak bu amaca hizmet ediyordu.

Bu konuda da gençliğimizde az uydurma duymadık. Efendim neymiş, Osmanlıca zormuş da bunun için Latin alfabesine geçilmiş imiş…

Japonca çok daha zor ama orada okuma-yazma oranı yüzde 90 civarında…

AKP ile birlikte Türkiye artan oranda Ortadoğululaştı… Koptuğumuz, yıllarca uzak kaldığımız ama yerine yeterince başkası konulamadığı için sürekli etkisi altında kaldığımız o kültüre geri dönülüyor.

Aşırı ya da ılımlı islamcı örgütlerin öne çıktığı bütün örneklere bakın, hepsinde başarısız bir batılılaşma göreceksiniz…

Arap dünyasında 1960’lı ve 1970’li yıllarda solcu bir söylem egemendi. Baas devletçi sol bir partiydi. Baas başarısız oldu, evrimleşti ve sonuçta tam bir parazite dönüştü.

Bunun yakın örneğini Suriye’de görebilmek mümkündür. Suriye’de 2011 öncesindeki özelleştirmeleri, alışılmış olan devlet sübvansiyonlarının kaldırılmasını, yoksullaşmanın artışını ve bunun doğurduğu tepkiyi görmezseniz, 2011’den itibaren yaşanılanın neden önemli bir iç savaş karakteri taşıdığını da anlayamazsınız.

Türkiye’de de batılılaşma başarısız oldu ve yerini de İslamcılığın bir çeşidi aldı, bütün alanları işgal ederek gittikçe daha fazla da alıyor.

Buna karşı Atatürkçülüğe sığınmanın anlamı bulunmuyor, Kemalizm başarılı olsaydı zaten İslamcılık da gelişemezdi.

Sosyalistlerin ise ülkeye yönelik somut projeleri hep sınırlı kaldı. Sandılar ki, sosyalizmin ekonomik önlemleri, gelir dağılımındaki büyük eşitsizliğin kaldırılması bütün sorunları çözecektir.

Çözemediğini SSCB deneyimi –anlayanlar için- yeterince gösterdi, ama anlamak için önce o tarihi öğrenmek gerekiyor…

SSCB, 74 yılda sanayileşme gibi önemli başarılar da yakalamakla birlikte Sovyet insanı yaratamadı. Sadece Polonya Macaristan, (o zamanki adıyla) Çekoslovakya gibi burjuva demokratik devrimini yapmış, ulusal kişiliği şekillenmiş ülkelerde değil; eskiden Türkistan olarak bilinen, yapısal olarak oldukça geri Orta Asya Cumhuriyetleri’nde de bile aynı insanı yaratamadı. Dilin Rusça olması da bu insanı yaratmaya yetmedi.

Halkların kültürel özellikleri sosyo-ekonomik rejimlere göre daha uzun ömürlüdür. Görünürde bir şeyler değişirken altta başka özellikler uzun zaman devam eder. Fransız tarihçileri tarafından ortaya konulan bu tarih anlayışını mesela bugünün Rusya Federasyonu’na uygularsanız, şaşırtıcı gibi görünen bir sonuçla karşılaşırsınız.

Çarlık Rusyası’nda, sosyalist Rusya’da ve Rusya Federasyonu’nda tek kişinin ön planda olduğu bir yönetim vardır ve halk bu “güçlü el” yönetimine sempati duyar.

Rus tarihinde üç kişi bu ülkeyi dünya çapında söz sahibi haline getirmiştir: Büyük Petro, Stalin ve Putin. Üç ayrı rejim, üç ayrı insan ve dönemlerine göre yaptıkları da aynı değil… Ama ortak özellikler bulunuyor ve bunlar kişisel değil kültürel özelliklerdir.

Aynı yaklaşım 44 yıl reel sosyalizmi yaşayan Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri için de söz konusudur. Sosyalizm araya girmiş bir dönemdir ve yaşanılan sosyalizmin özellikleri de sosyalizm öncesi ve sonrasındaki kültürel özelliklerle benzerlik göstermektedir.

Türkiye için ise, Osmanlı tarihi ve on bir yıllık AKP tarihi dikkate alındığında (öncesinde belirli oranda Özal dönemi de var), Kemalizm araya giren bir dönem olarak görülebilir mi?

Gelecek için toplumsal proje üretmek, bu konu üzerinde iyice kafa yormayı gerektirmiyor mu?

Biz iki seçeneğe de, kemalizme de bu ülkeye özgü İslamcılığa da karşıyız.

Peki bizim seçeneğimizin ekonomik boyutundan ilerisi bulunuyor mu?

Osmanlıca deyip geçmeyin, konu epeyce önemli…