Fabrika ayarları ama hangisi? Yazdır


Sosyalist harekette ciddi bir sıkıntı var. Bu sıkıntı çıkışsızlıktan kaynaklanıyor. Sorun öncelikle çok olmak, moda deyimle yığınsal olmakta değil; teorik çıkış bulamamaktan kaynaklanıyor. Kafanız rahat olursa, pratikteki çıkışı zaman içinde bir şekilde bulursunuz, ama kafa rahat değil…

Dünya ve Türkiye sosyalist hareketinin yakın geçmişini cesaretle değerlendirip sonuçlar çıkarmak yerine ezbere çözümler, sloganlar tercih ediliyor. Zaman geçiyor, hiç ilerleme sağlanamadığı görülünce yeniden aynıları tekrarlanıyor ve bu böyle sürüp gidiyor.

Ezbere çözümlerin başında “birlik olmalı” belirlemesi geliyor. Sanılıyor ki, birlik olununca sorunlar büyük oranda aşılabilecektir.

Birlik ise bir türlü olmuyor. Birlik çabalarının birisi bitip diğeri başlıyor ama önemli bir sonuç alınamıyor.

Sosyalist hareket en büyük birlik deneyimini ÖDP ile yaşadı ve tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Bu fiyaskonun ardından kimsede birliğe güven kalmadı, haklı olarak kalmadı.

O birliğin bozulmasının nedeni içeriye sızmış liberaller değildi, ÖDP’nin Devrimci Yol’un sıçrama tahtası olarak görülmesiydi. Almanya’da iki yıl bu partinin koordinasyon kurulunda bulundum. O yıllarda partilerin ülke dışında örgüt kurmaları yasak olduğu için Almanya Komitesine, Almanya Koordinasyon Kurulu deniliyordu.

Devrimci Yol ile Kurtuluş arasında 1980 öncesinden gelen bitmemiş hesapların burada gündeme gelmesi, DY’nin ÖDP’yi toparlanmasının aracı olarak kullanmaya çalışması, bu partinin sonu oldu. Kağıt üzerinde devam etti ama ilk çıkışındaki umudu ve kitleselliği yakalayamadı.

İki yılın ardından henüz Türkiye’de sorunlar açık olarak başlamamışken küçük olmayan bir taraftar kitlesiyle birlikte ayrıldık. Ne haliniz varsa görün!

Ülke dışında sahne küçük olduğu için sorunların gerçek nedenleri daha kolay görülebiliyordu. Bir yıl sonra aynı sorunlar Türkiye’de de görülmeye başlandı.

Taban demokrasisi imiş, demokratik işleyiş imiş, aşkın ve devrimin partisi imiş; bunlar hikayeydi. Yaşanılan pratiğin bunlarla herhangi bir ilgisi yoktu.

Çok sayıda tartışma toplantısı yapıldı. Anlamı yoktu çünkü bazı kişiler kendilerini 1980 öncesinde sanıyorlar ve büyük örgüt havasından çıkamıyorlardı.

Türkiye’deki çalışmanın Almanya’ya taşınamayacağını savunuyorlardı ve bu şekilde de orijinal bir şey söylediklerini sanıyorlardı.

1980’li yılların başlarında Devrimci İşçi bu belirlemeyi yaparken önemli bir noktaya işaret ediyordu. Bundan ilerisine de gidemiyordu. Almanya farklı bir ülkeydi ve buradaki çalışma Türkiye’dekinin kopyası olamazdı. Doğru, ama ne olabilirdi; buna cevap yoktu.

Aynı belirleme aradan 15 yıl geçtikten sonra yeniden yapıldığında, bu durum, yapanların 15 yıldır yaşadıkları ülkede neler olduğundan haberlerinin bulunmadığını gösteriyordu.

Bir podyum tartışması vardı, unutmam mümkün değildir.

Hollanda’dan Devrimci İşçi’den bir arkadaş gelmişti ve tartışmamız sırasında “üç kişilik örgütler” gibi bir belirleme yaptı.

“Siz kendinizi beş kişi mi sanıyorsunuz? Geçti o günler…” diye cevap vermiştim.

Sanırım 1997 ya da 1998 yılıydı, 12 Eylül’ün üzerinden 20 yıla yakın zaman geçmişti ama arkadaşlar hala o eski günlerin kitleselliğiyle avunuyorlardı.

Şöyle bir çevrene bak, biz azız da sen kaç kişisin!

Bu kafanın değiştiği söylenemez.

Söylenecek başka bir şey yok, böyle devam etsinler!

Bir başka ezbere çözüm, “fabrika ayarlarına dönmek” belirlemesidir.

Burada kastedilen şudur:

Sosyalist hareket kimlik sorunları, etnik sorunlar ve barış söylemi içinde boğulmuş, sınıf mücadelesini unutacak duruma gelmiştir. Fabrika ayarlarına dönmek ile sınıf mücadelesine dönmek kastedilmektedir.

Günümüz genel konuşma dönemi değildir.

Fabrika ayarlarına dönmek istiyorsunuz ama ayarlarına dönmek istediğiniz fabrika artık bulunmuyor ya da siz artık olmayan fabrikanın ayarlarına dönmeye çalışıyorsunuz. Bunun sonucu doğru gibi görünen boş konuşmaktan başka bir şey değildir.

Sınıf mücadelesi çok değişti. Bunu görmeden, anlamadan önemli adımlar atmak mümkün değildir.

Çevrenize bakın; ülkede sendikalı işçi oranı yüzde on bile değil…

Kölelik Yasası adı verilen yeni çalışma yasaları çıkıyor, birkaç cılız sesin dışında işçi sınıfı ve örgütlerinden tepki görülmüyor.

Bu durum Türkiye’ye özgü değildir.

Fransa’da yeni çalışma yasası gösterilen büyük direnişe rağmen küçük değişikliklerle yürürlüğe girdi.

Avrupa’nın diğer ülkelerindeki işçiler Fransa’dakilerle dayanışmak için kıllarını kıpırdatmadılar.

Fransa’daki Ulusal Cephe (FN) gibi ırkçı partiler işçilerden yüksek oy alıyorlar.

İngiltere’de halk oylamasıyla BRETIX ya da Avrupa Birliği’nden çıkış kararı alınmasının önemli nedenlerinden bir tanesi, Avrupa Birliği ülkelerinden gelen ucuz iş gücüdür. İngiliz işçileri özellikle Polonya’dan gelen ucuz işgücünü istemiyor.

ABD’de başkanlık seçiminin iki adayından birisi olan Donald Trump’un özellikle yoksullardan oy aldığı açıklandı. Bu kişi Meksika sınırına duvar öreceğini, Meksikalıları sınırdışı edeceğini açıklamıştı. Bu insanlar ucuz işgücüdür.

Bizde durum çok mu farklı!

Suriyeliler yerli işçi ücretinin yarısına çalıştırılıyor ve işlerini kaybedenlerden homurdanmalar duyuluyor. Bir yerden olaylar patlayacak ama bakalım nereden?

1980’li yıllardaki fabrikanız hala yerinde duruyorsa, fabrika ayarlarına dönün; ne çare ki, o fabrikayı bulamıyorsunuz.

Sınıf mücadelesi her zaman vardı ve bundan sonra da olacaktır ama çok değiştiğini görmek gerekiyor.

Sınıf deyince dar anlamda işçi sınıfından başkasını anlamayanlar; beyaz yakalıları, özellikle küçük üreticiyi ve aydınları es geçenler ya da o kadar önemli görmeyenler; o eski fabrikayı daha çok arayacaktır!