Ekim Devrimi ve sonrası... Yazdır


 

 

Londra’da 29 Ekim günü Ekim Devrimi’yle ilgili yapılan panele biraz gecikerek dinleyici olarak katıldım. Dört konuşmacı vardı. İlkini biraz geciktiğimiz için dinleyemedim. Daha sonra Partizan’dan bir konuşmacı, önceki gün birlikte panelde yer aldığım İbrahim Okçuoğlu ve Britanya Halk Meclisi’nden bir konuşmacı vardı.

SSCB dağılarak tarihe karışalı 1991 yılından bu yana 26 yıl geçti. Bugün Ekim Devrimi’ni anlatmak kendi başına fazla anlam taşımıyor. SSCB’nin parçalanmasından doğan bütün devletlerin –Rusya Federasyonu dahil- kapitalist oldukları kabul ediliyor. Bu durum nasıl ortaya çıktı, bunun da açıklanması gerekiyor. Bu konuda açıklama yapılmadan Ekim Devrimi’nin nasıl gerçekleştiğini anlatmakla yetinmek anlamsız oluyor.

Üç konuşmacı bu konuda iki temel noktaya değindiler.

Birincisi: iki konuşmacının üzerinde anlaştıkları konu, SSCB’de proletarya diktatörlüğünün kaldırılmasının kapitalizme dönüşe yolu açtığıdır. Tek farklılık, Partizan temsilcisi bu dönüşün 1956’da 20. Kongre’de Kruşçev’in konuşmasıyla başladığını savunurken, Okçuoğlu Stalin dönemindeki 1936 Sovyet Anayasası’nda bu belirlemenin yer aldığını belirtecekti.

SSCB’nin bileşenlerinin kapitalizme dönmesi konusundaki açıklama bundan ibarettir ve sosyalizmden kapitalizme geçişi açıklamaktan uzaktır.

Stalin 1953 yılında öldü. 1956’daki 20. Kongre’de ise –iddiaya göre- kapitalizme geçişin adımı atılmışsa, burada çok garip bir durum var demektir.

Ekim Devrimi, güçlü Bolşevik partisi, sanayileşme hamlesiyle yarı feodal ülkenin sanayi ülkesine dönüştürülmesi, İkinci Dünya Savaşı’nda Alman faşizmini yenen asıl güç olunması, devrimin Kızıl Ordu vasıtasıyla Doğu ve Orta Avrupa’ya yayılması…

Bu büyük başarıların ardından sekiz yıl sonra Stalin’in ölmesi ve üç yıl sonra da kapitalizme dönüşün ortaya çıkması…

Kruşçev’in bu işi tek başına başaramayacağını biliyoruz. Kendisi 20. Kongre’nin çok sayıda delegesinin onayını alıyor.

Böylesine büyük bir dönüşümün üç yılda gerçekleştiğini savunanlar, bu dönüşümün mekanizmasını açıklamakla yükümlüdürler. Bu mekanizma akıl yürütme yoluyla değil, SSCB tarihiyle açıklanmak zorundadır.

Kapitalizme dönüş sürecinin 1936’da başladığını iddia edenler için de aynı zorunluluk geçerlidir. Stalin ve çevresindeki kadro böyle büyük bir değişimi gerçekleştirmek için yetersizdir; partinin ve halkın onayı alınmıştır. Bu nasıl olmuştur?

SSCB’de burjuvazinin –diğer sosyalist ülkelerde olduğu gibi- komünist partisinden ortaya çıkmasını “ihanet”le açıklamak, süslü bir kelimenin ötesinde anlam taşımaz. Bu sürecin mekanizmasının anlatılması gerekir.

SSCB’de kapitalizme dönüşün ortaya çıkışı 1980’li yıllardadır. Bu dönüşün temellerini ve mekanizmasını birkaç kere anlattığım için yeniden üzerinde durmayacağım.

İkincisi: Britanya Halk Meclisi’nden konuşmacı panelin tek somut konuşan kişisiydi denilebilir. Abdullah Öcalan’ın Ekim Devrimi ve sonrasındaki süreci değerlendirdiğini, insanın özgürleşmesinde başka bir yolu ortaya koyduğunu, bunun da Rojava’da somutlandığını anlattı ve bu yolu “Üçüncü Yol” olarak adlandırdı.

Bu adlandırmanın yanlış olduğunu belirtmek gerekir. “Üçüncü Yol” kavramı Tony Blair tarafından kullanılmıştır, “ne kapitalizm ne sosyalizm” anlamına gelir; gerçekte ise kapitalizmin farklı bir çeşididir.

Daha önemli olan ise, Rojava’nın Ekim Devrimi ile ilişkilendirilmesidir. Burada ciddi bir eksiklik bulunuyor.

Ekim Devrimi ve genel olarak marksist sosyalizm üretim araçlarında özel mülkiyete karşıdır. Rojava’da ise söz konusu olan küçük ve orta büyüklükte özel mülkiyetin savunulması, tekelleşmeye karşı çıkılmasıdır. Bu aynı zamanda küçük üreticiliğin iktidara ortak olması demektir ve marksist sosyalist öğretiye dayanan bir iktidarda böyle bir ortaklık söz konusu olamaz.

Rojava ile Ekim Devrimi arasında paralellik ancak “insan özgürleşmesi” temeli üzerinde kurulabilir. Bu hedefe gidişte izlenilen yollar birbirinden önemli oranda farklıdır.

Konuşmacı Rojava’da bir “kadın devrimi” gerçekleştiğini söyledi. Diğer konuşmacılar buna itiraz ettiler ve kadın devriminin Ekim sonrasında da söz konusu olduğunu belirttiler. Ekim Devrimi kadını özgürleştirmiş ve toplumda sorumlu mevkilere gelmesini sağlamıştı.

Bu itirazda iki yanlış bulunuyor.

Birincisi: Ekim Devrimi sonrasında kadının toplumdaki konumunda önemli gelişme sağlandığı açıktır. Bu gelişmedeki büyük eksiklikler de gözden kaçırılmamalıdır. SBKP Merkez Komitesi Politik Büro’sunda kaç tane kadının yer aldığına bakmak yeterlidir. İkinci Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu’ya bir milyon kadının katıldığı tahmin ediliyor ama savaş tarihinde kadın neredeyse yoktur.

Sovyet toplumu kadının konumundaki büyük gelişmeye rağmen sonuçta erkek toplumu olarak kalmıştır.

İkincisi: SSCB’deki “kadın devrimi” ile, Rojava’daki birbirinden farklıdır. Terim aynı ama içerik farklıdır. Rojava’da kadın ayrı örgütlenmesi, toplumun günlük işlerinden askerliğe kadar her alanda varlığını göstermesiyle ve eşbaşkanlıkla daha aktif ve daha görünürdür. Savaşın asıl yükünü erkekler taşımakla birlikte –tarihte hep böyle olmuştur- kadının payı Kızıl Ordu’dakinden daha açık ve görünürdedir.

“Kadın devrimi” belirlemesini abartılı buluyorum ve daha çok kadınlara yönelik bir propaganda sloganı olarak görüyorum. Savaşta ve diğer işlerde erkeklerin büyük rolünü atlayarak “kadın devrimi” demek, başka bir tür cins eşitsizliğini savunmaktır.

Londra’daki Ekim devrimi paneli kafalarda soruların –geç de olsa- oluşmaya başladığını gösterdi. Gelişme olumlu ama alınacak daha uzun bir yol bulunuyor.

SSCB tarihi bütünüyle öğrenilmeden bu yolda ilerlenmesi de mümkün görünmüyor.