Kibrin dayanılmaz hafifliği Yazdır


Başlık Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanına benzedi ama olsun.

Belki aklımda yanlış kalmıştır diye düşünerek TDK’nın sözlüğüne baktım.

Kibir: büyüklük, ululuk, kendini büyük görmek diye devam ediyor; anlaşılıyor.

Gerçekçi olmaya çalışan bir insansanız ve gerçekçilik kıstasını kendinize de uyguluyor iseniz, kibirli olmanızda mahzur yoktur. Yeter ki bu kibir ya da kendini büyük görmenin sağlam temelleri olsun. Sonuçta büyüğe büyük demek onu büyük görmek değildir; küçüğe küçük demenin onu küçük görmek demek olmadığı gibi…

Diğer yandan, yaşınız kaç olursa olsun, gelişmek hedefiniz varsa eğer, bu büyüklüğe sınır koyacaksınız, yetersizliklerinizi iyi bileceksiniz ve onları tamamlamaya çalışacaksınız. Aksi durumda gelişmeniz için motivasyon kalmaz; madem her şeyiniz tamam, öyle inanıyorsunuz, o zaman gelişmenize ne gerek var?

Tıpkı öğrenmek gibi… Bir konuyu öğrenmek için önce bilmediğinizi kabul etmeniz gerekir. Bildiğinize inanıyor iseniz, öğrenmenize gerek yoktur.

Bu tür durumlardan uzak durmak gerekir.

İnsan kendi yaptıklarıyla övünebilir, buna hakkı vardır. “Kendi yaptıkları” belirlemesini özellikle vurgulamak gerekir. Şu veya bu ailenin, ulusun veya çevrenin mensubu olmakla övünülmez; neden, çünkü bu konuda sizin fonksiyonunuz yoktur. O çevrede doğmuşsunuz ama başka yerde de doğabilirdiniz. Boş insanlar genellikle bu tür şeylerle övünürler çünkü başka şeyleri bulunmaz.

Kendi yaptıklarınızla övünmeyi de sınırlandırmak iyi olur çünkü o sınırı geçerseniz gelişme motivasyonunuz ortadan kaybolmasa bile azalır.

Yirmi yıldan fazla oluyor, Köln’de Türk psikolog bir kadının seminerine katılmıştım. Kadın seminerini mutluluk konusuna ayırmış ve insanların psikolojik olarak sıkıntılarını aşıp nasıl mutlu olabileceklerini anlatmıştı.

Seminerin sonunda mutsuzluğun ya da kendi durumundan memnun olmamanın gelişmek için önemli bir motivasyon olacağını ve bu nedenle de aşırı olmamak şartıyla mutsuzluğun hiç de kötü olmadığını belirtmiştim.

Kadının cevabı; insanların çoğunun sizin gibi düşündüğünü sanmıyorum, olmuştu.

Doğrudur, büyük çoğunluk böyle düşünmüyor ve bu da o çoğunluğun sorunudur. Ben onlara ters düşüyorum, doğru, ama onlar da bana ters düşüyor. Bu kadar başarıyı geride bırakmış ve yenilerine koşmaya çalışan bir insana ters düşüyorsunuz!

Hayatım boyunca karşılaştığım genellikle de birbirinden farklı insanlar bende yüksek bir özgüven olduğunu söylediler ve eklediler: altı dolu bir özgüven. Buradan kibirliliğe geçmek zor olmasa gerektir.

Gerçekçi bir insan olmaya çalıştığım için mütevaziliği sevmem. Kendini olduğundan büyük görmek gibi mütevazilik de gerçeği tahrip eder; ne isen, öylesindir.

Yüzde yüz gerçekçilik mümkün değildir tabii ama insan yüzde 80’den aşağıya inmemelidir.

Gelelim somuta…

- 70 yaşındayım ve önemli sağlık sorunum bulunmuyor. Bu ise yıllar boyunca olabildiği oranda sağlığına dikkat etmenin sonucudur. Yüzde yüz iyi yapabildiğimi söyleyemem ama 80’in altına inmedim diyebilirim.

- Bu yaşta üretebilen bir insanım. Kanıta gerek yok sanırım. Sayısını bilmediğim kadar makale ve 20 kitap yazdım daha yazacaklarımdan başka…

- 69 yaşında çok sayıda insan için hayatın artık bitmiş kabul edildiği bir yaşta üçüncü üniversiteyi bitirdim. Kendimden 40 yaş kadar küçük insanlarla okudum ve bitirme ortalamam da fena değildi.

- Hürriyet gazetesinin taktığı isimle Acilciler olarak bilinen örgütün kurucularından birisi oldum. Bizimle hiç de dostane ilişkisi olmamış örgüt insanlarının bile belirttiği gibi, “Engin olmasaydı bu örgüt muhtemelen olmazdı”.

- Türkiye Devriminin Acil Sorunları’nın (1975) yazılması ve Yazın Dergisi’nin uzun süre yayınlanması gibi yıllarca sonra bile hatırlanan önemli işler de yaptım. 2016’da yayınlanan Geleceğe Dönüş kitabı “ikinci TDAS” sayılıyor ama bakalım…

- Bu kadarı yeter, her şeyi sıralamak gerekmez.

Hz. Ali’nin –ateist olmama rağmen- hoşuma giden bir sözü vardır: “hayatta bir şeyler yapmak isteyen insan, köpeklerle boğuşmaya hazır olmalıdır. “

Bu belirlemeyi biraz çevirerek şöyle ifade edebiliriz: politik mücadelede yer alan bir insanın derisi kalın olmalıdır. Kim, ne demiş; aldırmamalıdır. Herkes hakkınızda iyi şeyler düşünüyorsa, bu sizin etliye-sütlüye karışmayan bir tip olduğunuzu gösterir.

Kalite her yerde yolunu açar, sonuçta yapılanlar belirleyicidir.

Bu bağlamda sosyal medyanın iyi ya da kötü yöndeki rolünü abartmam. Gerçek hayatta yoksanız, sanal alem aracılığıyla var olamazsınız. Olsanız bile aydınlığınız bir kibritin yanma süresi kadar olur. Sosyal medya, en aşırı durumda bile, bir insanın, grubun veya şirketin konumunu yüzde 20 yukarı çıkarır ya da aşağıya indirir; fazlasını yapamaz. Geriye kalan en az yüzde 80 size aittir. Pozitif ya da negatif yönünde abartmaya dayanan yüzde 20’nin ömrü de uzun sürmeyecektir.

Önemli bir konu, zamanı verimli harcamaya dikkat etmektir. Bu konuda –ben de dahil-  iyi tercihler yapıldığı söylenemez. Yanlışı herkes yapar; önemli olan yanlışta ısrar etmemek, düzeltmesini bilmektir.

İnsanlarla mücadeleye girerken hesabınızı iyi yapın. Önemli olan birilerini alt etmek değildir; bunun için zaman ve enerji harcayacaksınız ve ulaşacağınız sonuç harcadıklarınızı karşılayacak mıdır? Bunun hesabının önceden yapılması gerekir. Hesap pozitif çıkıyorsa, ne diyeyim, beni tutabilene aşk olsun!

Mücadeleye girdiniz mi karşı tarafı ya yıkacaksınız ya da ciddi olarak tahrip edeceksiniz. Bu yetmez; sizde de önemli hasar olmayacak.

İnsan mecbur kalmadıkça Pirüs Zaferi kazanmamalıdır.

Şimdiye kadar insanlarla girdiğiniz ya da girmek zorunda kaldığınız savaşları kazanmış, bazılarını feci şekilde kazanmış olabilirsiniz. Yine de yenilerine girmeden önce hesabınızı iyi yapın. Kazanmak sorun değil de ulaşılan sonuç, enerji ve zaman harcamasına değecek midir; belirleyici olan budur.

Şimdi söyleyeceğim zor bir şey biliyorum ama doğrusu budur: insan kendini birden fazla temel ya da özellik üzerinde kurmaya çalışmalıdır. Hayat bu, belli olmuyor; bu temellerden birisi yıkılabilir ya da önemsizleşebilir. Bu durumda farklı bir alanda sıfırdan başlamamış olursunuz, başka bir özelliği büyütürsünüz.

İnsan her zaman kendisi büyümeye çalışmalıdır. Başkalarını küçülterek büyümek –aradaki fark azaldığı için “büyümüş” olursunuz- sahte büyümedir; uzak durmak gerekir.

Son günlerin moda deyimi olan “erkek kibri” konusuyla bitireyim.

Düşük düzeyde bir kibirdir, insan daha yüksek kibir bileşenlerine sahip olmalıdır.

Bu yılın başlarında yayınlanan TDAS’ın Tarihi kitabında sosyalist örgütler arasında sorumlu düzeyde kadınların bulunduğu sayılı hatta neredeyse tek örgüt olduğumuzdan söz etmiştim. 1970’li yıllarda genel komitede yer alan (merkez komitesi anlamında) ve bölge sorumlusu olan kadınlar kaç örgütte vardı?

Solun en tanınmış insanı Belma idi ve iki bölgeye ayrılmış İstanbul’da bir bölgenin sorumlusuydu. Başka isimler de sayılabilir.

Bu kadınlara erkekler yer vermedi, onlar performanslarıyla o yere layık olduklarını gösterdiler ve yerlerini aldılar. Tek yaptığımız gelişen kadınlara engel çıkarmamak oldu. Bazı kadınlar alanlarında erkeklerden iyi iseler, sorumlu olurlar; bu kadar. Alanlarında büyük başarı göstermeleri de bir kadının sorumluluğunda çalışmaya gelebilecek erkek itirazlarını epeyce engelledi; olmadı değil ama az oldu.

Belma bazı konularda kibirli bir insandı ve bu onun hakkıydı, yakışıyordu da…

Alanınızda başarılı iseniz neden kibirli olmayacaksınız ki? Bu kibri insanların gözüne sokmak da gerekmez; herkesin gözü var, aklı var; yapılana bakarak kaliteyi anlıyorlar.

1980’li yılların ikinci yarısında geçmişte sol örgütlerde kadınların nasıl geriye itildiklerinin de konuşulduğu panellerde konuyla ilgili fikir söylemedim. Neden söyleyeyim ki; biz konuşmadık, yaptık. Eksiği olanlar konuşsun, özeleştiri yapsın!

TDAS’ın Tarihi’nin kapağında (bu kapak www.tdas1.blogspot.com da görülebilir) kitap okuyan bir kadın vardır, geri planda da bir silah…

 

Üç temel özellik bir resimde birleşmişti.