Kapitalizm ve feodalizmin çözülmesi Yazdır


Yıllarca ülkede halen yarı feodal yapının egemen olduğunu savunanları anlayamadım. Ne demek istediklerini ve bunun başta devrimin sınıf güçleri ve karakteri olmak üzere ne anlama geldiğini anlıyordum da, bunu neden savunduklarını anlayamıyordum.

Bir ülkenin sosyo-ekonomik yapısının başka bir ülkenin devrimci hareketinde bu kadar uzun süre üzerinde uzlaşma sağlanamayan bir sorun olduğunu sanmıyorum.

1970’li yılların başlarında TİP ve THKP-C dışında bütün örgütler ülkede yarı feodalizmin egemen olduğunu, toprak devriminin devrimin temeli olduğunu, devrimin karakterinin de ulusal demokratik olduğu konusunda aynı görüşteydi.

THKO ile TKP/ML ve Doğu Perinçek’in Aydınlık’ı arasında bu konuda görüş ayrılığı bulunmuyordu. Farklılık mücadele ve örgütlenme anlayışında vardı.

1975 sonrasında da benzer durum sürdü. Devrimci hareketin çok sayıda örgütü ülkenin yarı sömürge yarı feodal olduğu konusunda görüş birliğindeydi.

1990’lı yıllardan başlayarak bu anlayış değişecek ve TKP/ML dışında bütün örgütler ülkenin kapitalist olduğu konusunda aynı fikirde olacaktı. Farklılık başka konulardaydı.

Bir ülke kapitalist midir, yarı feodal midir; belirlenmesi zor değildir. Devlet İstatistik Enstitüsü ya da bunun yerini tutan başka bir kurumun verilerine bakarsınız…

Köylülük ne oranda ayrışmıştır, pazar için üretim ne oranda gelişmiştir, sanayileşmenin durumu nedir, kent ve kır nüfusları nasıldır?

Köylülükte ayrışmanın ileri derecede olması bile (tarım proletaryası, yoksul köylülük, küçük köylülük, orta köylülük, tarım burjuvazisi) kapitalizmin hakim üretim biçimi olduğunun belirlenmesi için yeterlidir.

Ülkenin halen yarı feodal olduğunu savunanları anlayabilmek için hangi nedenleri gerekçe gösterdiklerine bakmak gerekir. Köylülüğün ileri derecede ayrışmış olması rakamlarla ortadadır, reddedilemez, o zaman başka gerekçeler bulunması gerekir.

Bu konuda savunulan bütün gerekçeleri bilmiyorum ama birbirine bağlı olarak savunulan iki gerekçe hakkında bilgim bulunuyor.

Birincisi; feodalizm emperyalizme bağımlı olarak çözülemez; bu görüş, emperyalizmin ilerici olduğunu savunur.

İkincisi; feodalizm iki türlü çözülür: ya devrimci tarzda –Fransa usulü- ya da yukardan aşağıya büyük toprak sahiplerinin kapitalistleşmesiyle –Almanya usulü-.

Her ikisinde de iç dinamik belirleyicidir. Dış dinamiğin önemli rol oynadığı bir çözülmeden söz edilemez.

Bu görüşü çürütmek hiç zor değildir.

Emperyalizm feodal ya da yarı feodal bir ülkeye onun kaynaklarını sömürmek ve ülkeyi pazara açmak için girer.

Bu ne demektir?

Kaynakları –diyelim madenleri- sömürmek istiyorsanız, bunun için yatırım yapılması gereklidir. Maden ocakları açılacak, bunları çıkarmak için ülke içinden elemanlar (işçi) bulunacak, bu madenin yakın limana taşınması için demiryolu yapılacaktır. Liman yetersizse ek inşaatla yeterli duruma getirilecektir.

Bunlar kapitalistleşmenin dışa bağımlı olarak gelişmesi değil de nedir?

Benzer bir anlayışı Hindistan konusunda Marx’ın analizlerinde de bulabilirsiniz. Marx, yanlış olarak, zamanın kapitalist ülkelerinin Hindistan gibi ülkelerin geleceğini gösterdiğini de belirtecekti.

Görüş şu anlamda yanlıştır ki, Hindistan’da gelişen kapitalizm ile İngiltere’deki kapitalizm farklıdır. Birisi iç dinamikle, diğeri sömürgeleştirilme sonucu gelişmektedir.

Ücretli emek çoğalıyor, köylülük ayrışıyor; burası tamamdır ama bir ülkenin hangi konumda olduğu kadar, buraya nasıl geldiği de önemlidir.

Politik bilimde “path dependence” denilen ve bugüne ulaşmak için geçilmiş olan yolun bugünün özelliklerini belirlemesini inceleyen anlayış Marx zamanında yoktu.

Türkiye’de tarıma 1950’li yılların başlarından itibaren yoğun traktör girişi yaşandı. Bunu yapan ABD idi. Tarımda makineleşmenin artışı köylerden kentlere göçü ve önceden bulunmayan gecekondulaşmayı getirdiği gibi, tarım üretiminde yükselmeyi ve bu alanda büyük işgücü fazlasını da ortaya çıkardı.

Bu işgücü fazlası Almanya ile imzalanan işçi göçü anlaşmasıyla küçük olmayan oranda emilecek, kentlerde görülen yığılma işçi ihracıyla azaltılacaktır.

Süreç açıktır ve yarı feodalizmin çözülmesini göstermektedir.

İnsan bir görüşü savunmak istiyorsa, gerekçesini de bulur.

Öğrendiğim bir gerekçeye göre ülke yarı feodaldir çünkü üst yapıda feodal değer yargıları etkilidir.

Gerçi 2000’li yıllarda feodal anlayıştan geriye pek bir şey kalmamıştır ama böyle bir görüş de vardır.

Bir yandan kendini marksist-leninist görmek, diğer yandan da insanların kafa yapısından hareketle alt yapıyı belirlemek doğrusu birbirine çok uymaktadır!

Bir ülkede sosyalist devrimin gerçekleşmesi, üretim araçlarında özel mülkiyetin kaldırılması; insanların bilincinin de buna uygun geliştiği anlamına gelmez. Bilincin gelişmesi geriden, hatta çok geriden gelir.

Konuyla ilgili olarak o kadar çok yazılmıştır ki…

Almanya ve İtalya kapitalist ülkelerdir. İlkinde aile ilişkileri zayıfken, ikincisinde özellikle güçlüdür. Buradan ülkelerden birisinin yarı feodal olduğu sonucu çıkmaz herhalde!

Ülkenin halen yarı feodal bir yapıya sahip olduğunun savunulması ancak dinin devrimci hareket üzerindeki etkisi temelinde anlaşılabilir.

Dini kutsallara dokunulmaz. Bunun gibi peygamberin ve din büyüklerinin görüşleri eleştirilemez.

Devrimci harekette bunların yerine başkası geçer.

Bir dönem, hatırlarsınız, Mahir Çayan’ın görüşleri de kesinlikle eleştirilemezdi.

Mahir’in emperyalizm analizini yetersiz bulduğumuz için adımız “THKP-C revizyonistleri”ne çıkmıştı…

Belirlemelerin içeriğini düşünmeden büyülerine kapılmak bir dönem yaygındı.

1979 yazında Selimiye askeri hapishanesinde iken burada bulunan ve THKP-C kökenli örgütlerden arkadaşlarla çok tartıştık.

“Anti emperyalist, anti oligarşik devrim denilince ne anlıyorsunuz?” sorusuna açık cevap veremiyorlardı.

Bu nasıl bir devrimdir, mesela toprak devrimini içerir mi?

Cevap yoktu.

Latin Amerika ülkelerinin ekonomik yapısı hakkındaki bilgisizlik de belirsizliği besliyordu.

Bu ülkelerdeki gerilla hareketlerinin tamamı 1970’li yıllarda toprak dağıtımını savunuyordu. Bu ülkelerde kapitalizm Türkiye’den daha fazla gelişmiş olmasına rağmen bu nasıl oluyordu?

Bu ülkelerde Türkiye’de bulunmayan ve latifundista denilen çok büyük toprak mülkiyeti vardı. Böyle bir toprak yoğunlaşması bizde belirli bölgelerde vardı ama ülkeye genelleştirilemezdi. Latin Amerika’da ise tarımın yapısını belirliyordu ve ek olarak bu büyük toprak yoğunlaşmasında –United Fruits Company gibi- dış ülke tekellerinin de önemli payı bulunuyordu.

Türkiye tarımında bu ölçüde sermaye yoğunlaşması bulunmuyordu.

Kaypakkaya 1970’lerin başlarında ülkenin yarı feodal yapıya sahip olduğunu savunduğunda, bu görüş o zaman da doğru değildi ama anlaşılabilir bir yanlıştı.

50 yıl sonra anlaşılabilir yanı yoktur.

Devrimci harekette bu konunun kapandığını sanıyorum ama eskinin uzantıları zayıflayarak da olsa sürecek ve belki de hiç ortadan kalkmayacaktır.

 

Kalkmasın, ne yapalım!