"Sol" vicdandır... Yazdır
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Cumartesi, 23 Aralık 2017 19:04


Gecenin geç bir vaktinde uyku tutmadı, rast gele bir TV kanalını açtım. Bir yabancı film… Tıp fakültesinde bir bilim insanı öğrencilerine anatomi dersi veriyor, kadavra maketi üzerinde organların yerini gösteriyor… “İnsanın kalbi sol taraftadır… Beynin sağ tarafında hareketlerimizin kontrolünün sağlayan bir lob bulunur”… Gerisini dinlemedim. Gülümsediğimi hatırlıyorum, bir arkadaşımın “sol vicdandır” , sağ lopçudur” tekerlemesi geldi aklıma… Bir beyin sürüklenmesi miydi beni anatomi dersinden “sol vicdandır” ve “ sağ lopçudur” tekerlemesine alıp götüren… Belki… Belki de son günlerin yolsuzlukları, hırsızlıklarıydı, deveyi hamutuyla yutanların geğirmeye bile gerek duymaması, pişkinlikte emsallerinin bulunmamasıydı… Yoksa “Denizin parkası” mıydı?

Sahi kimdi bunu söyleyen?. TV lerin spor programları, yazılı basının spor sayfaları hiç dikkatimi çekmez ama her nasıl olduysa kendisi de bir futbol yıldızı olan, kişiliğini nereye koyacağımı bilemediğim birisi “ben filancanın şahsında parkasız Deniz Gezmiş’i görüyorum” demez mi?... Yeniden, yeniden okuyorum, böyle bir patavatsızlığa olasılık vermiyorum. Okumayı unutmadığımdan eminim ama kendimi test edercesine o cümleyi heceleyerek yeniden okuyorum. Olmasın istiyorum, böyle bir benzetme olmasın… Deniz de incinir, parka da incinir yoksa, insan böylesine acımasız olabilir mi?. Cümledeki harflerin dizilişi doğru, cümle aynen böyle… Gazeteyi kaldırdım attım… Farklı yazılı basın organlarından bu benzetmenin gerçekten yapılıp yapılmadığını arıyorum, hepsi aynı şeyi söylüyor… Cümle doğru da niyet bozuk diyorum… Sigara, çay… Sinirim geçiyor, sakinleşiyorum… Küçüklüğümde duyduğum bir olmazın zoraki imkânsızlığının nasıl olur kılındığına ilişkin bir söz geliyor aklıma. “Eben yaylaya gitmiyor ama deden sike, sike götürüyor”… Kabıma sığmıyorum… “Çok şükür, çok şükür bu günleri de gördük” ün bir destanı mıdır bu… Ben insandan umudunu kesmeyen müzminlerdenim, o isimden ve o parkadan ödleri patlayanların bir zaman gelip de ismin ve parkanın imgesi karşısında hayranlık duyacaklarını kim bilebilirdi ki… İçimden “ben bilemezdim” diyorum, tarih baba güngörmüş bilgeliği ile gülümsüyor, “çocuksun, dur hele bakalım daha neler duyacaksın, daha kimler hizaya girecek” diyor. Yalnız cümleyi biraz eksik buldum, Denize “halisane” hayranlığını milyonlarca insanın izlediği bir TV ekranından “Şimdi Deniz Gezmiş olma zamanı, herkes sokağa, kahrolsun emperyalizm, kahrolsun kapitalizm, kahrolsun faşizm” diye tamamlayabilirdi… “Hava soğuk, gökte yıldız ışıl ışıl… Bir büyük yürüyüştür bu, üşüyen ellerinize aldırmayın, yüreklerinizin sıcaklığında ısının… Ne dağları delen Ferhatlar tükenir, ne zalim Bolu beyinin korkulu rüyası Köroğlu Çamlıbel yaylalarından düze iner, sol vicdandır, sol yalnızca bir ülkenin değil, bütün insanlığın vicdanıdır, gelecektir, umuttur.”
Aslında futbol yıldızımızın niyetinin bu olduğundan zerrece kuşkum yok. Galiba Türkçesi ancak bu kadarına yetti… Artık söylenen sözde kötü niyet aramıyorum, bu futbol yıldızının retorik eksikliği Türkçe ulemalarının, hitabet ustalarının bir ayıbıdır…
Gece yarısını çoktan geçti… Yağmur çiseliyor, hava soğuk. Giyindim, parkayı giymeden sokağa çıkmak olmaz ki… Parkımı giyip kendimi sokağa atıyorum… Sokaklar, ıssız, caddeler bomboş… Yusuf’un vurulduğu Gemerek sokakları kadar boş, Denizin yakalandığı Şarkışla sokakları kadar boş… Tek tük araba homurtularından bir de sokak köpeklerinin havlamalarından başkaca bir ses duyulmuyor… Yağmur damlaları kirpiklerime üşüşüyor, ıslanıyorum, üşüyorum… Ne gam… Yıldızımızın sözü imdadıma yetişiyor, unutuyorum üşüdüğümü, yüreğimin sıcaklığına sığınıyorum. Bu muhteşem ve muhterem futbol dehasının iç dünyasının zenginliği, bilge kişiliği karşısında dilim tutuluyor. Yaşadığı kentin yoksullarıyla senli benli oluşu, kapıcı ailelerinin yer sofrasında az taneli kuru fasulyeyle bulgur pilavına kaşık sallayışı, maşrapadaki ayranı kafasına dikerek içişi hane halkının dudaklarında gülümseme, yüzlerinde memnuniyet çizgileri olup çıkıyor. Lan oğlum diyorum kendi kendime “adamdaki alçak gönüllülüğe bak, tevazuya bak, tam bir halk adamı, devrimciler için bir idol. Ne çok şey var onun davranışlarından öğreneceğimiz”…
Çevresiyle ilişkilerinde kimi zaman hırçın, kimi zaman öfkeli ve kızgın olduğu geliyor gözümün önüne… Futbol çevresine kızıyor, kendini tutamayıp azarladığı bile oluyor onları. Beyoğlu’nun arka sokaklarında, İstanbul’un gecekondularında yersiz yurtsuz, aşsız ekmeksiz kimsesiz çocukları işaret ediyor. “Bunun sebebi biraz da sizsiniz diyor, sizin büyülediğiniz toplum açlığını, açıklığını unutuyor. Sizin ceplerinize indirdiğiniz milyonlar bu insanların çalınmış ekmekleridir, çocukların geleceğidir. Sizin şen şakrak yaşantınız onların gözüne çekilen perdedir. Yolsuzlukların, hırsızlıkların, yağmanın, talanın üstünü örten araçlarısınız.” Sesinin tonunu kısıyor, bir sevecenlik, bir bilgelikle sürdürüyor konuşmasını. “Aslında size de acıyor, üzülüyorum. Siz benim arkadaşlarımsınız, hiç biriniz mutlu değilsiniz, açıkça söylemeseniz de kendi kişiliğinize saygı bile duymuyorsunuz. Neden kendinizi gece kulüplerine attığınızın, kumar masalarında sabahladığınızın farkında bile değilsiniz. Beyninizi elinizden alındı, vicdanınız köreltildi… İnsana benziyorsunuz ama insandan uzaksınız, isterseniz kendi beyninizin, kendi vicdanınızın sahibi olabilirsiniz, silkelenmeniz yeter”…
Efkârlanmıştı, efkârını gece kulüplerinde endam ederek giderecek değildi ya, buralarda boy göstermek adedi de değildi, sevmezdi bu yaşam tarzını. Kenar mahallelere vurdu kendini, işsiz gençlerin, gündelik inşaat işçilerinin uğradığı bol küfürlü bir gecekondu kahvesinde altına bir sandalye çekti, demli bir çay söyledi, bir sigara tellendirdi. “İşte benim insanlarım, bizim insanlarımız bu dedi, uğurlarına hayatlar feda ettiğimiz, yerde karınca, suda balık kadar çok olan, lakin uyup düşmanın iğvasına silahlarını düşmana teslim eden bizim insanlarımız… “Öğrenecekler bir gün dedi, mutlaka öğrenecekler…”
Bir film şeridinden hızlı geçiyordu gözlerinin önünden tarih… Şu fani ömür nasıl da kısaydı, ömrünü gün gün, saat saat bölemez miydi, ah, bir imkânı yok muydu bunun, bütün zamanların devrimci dönüşüm süreçlerinde yaşayıp, mazlumların zalimlerin kalesine atılan topun bir güllesi olmasını ne kadar isterdi… Ne kadar çok isterdi, Paris’te Nazi işgaline direnen maki çocuklarının abisi olmayı, Çekoslovakya’da Julius Fuçik, Diyarbakır’da İbo olup işkenceye karşı direnişin destanını yazmayı, Titonun köylü partizanlarıyla faşizme karşı savaşmayı… Denizin rüzgârını arkasına alıp Mahirin vakur ağırbaşlılığına sahip olmayı ne çok isterdi… Ah, ahh… Ömür kısaydı işte… Aklına saray dalkavukları takıldı, film koptu, iğrendi, tükürdü…
Yorgundu, sadece bu kalem erbabı değildi bu ünlü yıldızın kişiliğini nereye koyacağını bilemeyen. Kendisi de kendi kişiliğini nereye koyacağını bilemiyordu. . Evine geldiğinde salonun duvarındaki yan yana duran Che’nin ve Denizin parkalı fotoğrafları önünde durdu… Uzun uzun Che’nin beresindeki kızıl yıldıza baktı, iç geçirip “ Bizim de dağlarımız vardır Che Guavere “ diyebildi… Denizin parkalı fotoğrafına kaydı gözü, “ bir gün mutlaka” dedi… Deniz arkasını döndü, Che hayret dolu gözlerle süzdü onu.
Banyoya gitti, yüzünü aynaya döndü, utandı ayna, kızardı, döktü sırını, izin vermedi bakmasına. Yüzünü çevirdi, kaçarcasına çıktı banyodan.
Lüks koltuğa gömülüp uykuya daldı…
Rüyasında kendini yazan acemi kalem erbabıyla yüz yüzeydi…
“Bana da yalan söyledin” dedi kalem erbabı. “İyi oynadın, zaten iyi bir oyuncuydun, beni bile inandıracak kadar da iyi oynadın, Ama… Oynanmayacak şeylerle de oynadın… Solun vicdan olduğu doğrudur ama insana en büyük hesabı da vicdan sorar… Yeşil sahalarda iyiydin, ekranlarda parladın… Buralar sana göre değil, nefesin yetmez. Nereye demir attıysan oraya tutun…”
“Keşke padişahın dalkavuğu olup onun hoşuna gitmek için takla atacağına, kralın soytarısı olsaydın da, ince ince dalganı geçseydin”.