Karanlığın yürüyüş kolu Yazdır
İdris Köylü tarafından yazıldı   
Cuma, 29 Aralık 2017 20:07


Gece başlarken gümüş parlaklığı ışıklarıyla aydınlatacağı yeryüzünde, gülümseyen insanların yüzüne düşmeyi bekleyen dolunay, pususuna düştüğü bulutların arasında esir alınırken kurt ve çakal seslerinin uğultuları gökyüzünü sarar… Yarı uykudaki bedenler huzursuzlanır, kımıldamaya başlar. Teker teker çoluk çocuk bütün ev halkı uyku mahmuru gözlerini ovuşturarak endişeyle birbirlerine bakarlar. Baba, gün görmüşlüğünün tecrübesiyle sakin görünmeye çalışır, aslında en çok korkan da odur ama korkusunu içinde saklayarak kuruyan boğazını ıslatmak için bir bardak su ister. “Yine nerede kim boğazlanmıştır, kimlerin ocakları söndürülmüştür”… Kurt ve çakal ulumaları gecenin altını üstüne getirir… Başı çaresiz öne düşer “ ya sıra bizdeyse”… Göz ucuyla oğullarına, gelin ve kızlarına, torunlarına bakar… Kendini, torunlarının minicik cesetleri başında ağıt yakarken bulur. Sinir krizleri tutar, yatağından silkinir, kaşlarını çatar, endişesi korkuya dönüşür hane halkının…
Neden bu kadar huzursuz olduğumu kendime bile açıklayacak bir sebebim yokken, yastığı elli metreden görse gözlerinden uyku akan beni uyku tutmuyor, beynim bin parçaya bölünmüş, kafamın içi anamın girellik odası gibi, her şey üst üste, her şey karmakarışık. Neyi nerede arayacağımı, neyi nerede bulacağımı bilemiyorum. Hava soğuk, yağmur çiseliyor. Üşüyor muyum, vücudum ateşten yanıyor mu, onu da kestiremiyorum. Saniyesinde dişlerim birbirine vururcasına titriyorum, saniyesinde bir ateş basıyor vücudumu, cehennem sıcağı…
Kalkıp, salonun penceresini açtım. Alnımdan çıkan buharı rüzgâr alıp götürüyor. Sanki görüşümü engelleyen bir karartıyı aşmak için başımı iyice uzattım pencereden… Ötelere bakıyorum, buradan epeyce uzakta olan ötelere… Maraş’ın, Malatya’nın, Elazığlın, Sıvasın, Çorumun dününe, Hakkâri, Şırnak, Silopi, Silvan, Cizre, Diyarbakır’ın Suru karışıyor. Cesetler üst üste… Cesetler paramparça… Cesetler tanınmayacak kadar delik deşik. İlk bebeğinin kanlı cesedinin başında ağıt yakan genç bir Kürt annesi miyim, “ne yaşadım ki, daha ne yaşayacağım” dercesine cansız bedeninden gülen yüzüyle gözüme bakan Maraşlı bir alevi, ne zaman başlayacağını bilemediğimiz faşist saldırıları canını dişine takarak püskürtmeye çalışan on sekizlik bir devrimci delikanlı mıyım, büyük kentlerin meydanlarında güpegündüz sokak ortasında kurşunlanan bir çocuk, gece yarısı ev baskınlarında, silahsız olmama karşın “ teslim olmadı” anonsuyla duyurulan “ bedeni teslim alınan , bakışları yasa dışı” paramparça ceset bana mı ait? Yoksa Sivas Madımak otelinin merdivenlerinde, tarihin insan olmaktan nasibini almamış kanlı katil sürülerinin ölüm tamtamlarına aldırmaksızın şiir okuyan Behçet Aysan, ya da Metin Altıok muyum? Belki de, ölüm çetelerine meydan okuyan yetmişlik delikanlı Aziz Nesin…
Bu, tarihin her döneminde tekrarlanan, bir türlü bitmek bilmeyen benim hikâyemdir… Bulutların arasından dolunay başını uzatmaya görsün, kurt ve çakal sesleri birbiriyle yarışır, o an, tam da o an hanelere ateş düşer, cesetler üst üste yığılır… Bir erkeğin bir kadına uzattığı karanfil demetlerine ölüm siner, dudaklara yerleşmesi gereken gülümsemeler yerini göz pınarlarında kendini tutamayıp usul usul yanaklara inen gözyaşları alır… Bu benim hikâyemdir, bizim hikayemiz… Aptal, bön, kıyamet seslerine sağır, yaşam cellatlarının baltalarına boynunu uzatacak kadar tevekkel, kapıyı saran yangına karşı vurdumduymaz olan benim ve bizim hikâyemizdir… Kırk yıl önce Maraş’taydım, hani şu kentlerde kasabalarda birer ikişer, beşer onar alıştırıldığımız katliamların toplu provası yapılan Maraş… Evet ya, bugün kırkıncı yıldönümü… Tekbir sesleriyle annesinin karnındaki bebeklerin düşük yaptırılarak satırlarla parçalandığı Maraş… Düşük ceninin duvarlardan bıçaklarla kazındığı Maraş…
Neye benziyor bu laboratuvarlarınızda imal ettiğiniz yaratıklar Mistır… “İnsan mı” dediniz… Hayal gücünüz ne kadar geniş, ne kadar yaratıcı Mistir… Tabi, sizi anlamaz olur muyum hiç, ürettiğiniz frenkştaynları, yerli etiketi yapıştırarak dünyanın dört bir yanına ihraç ettiğinizi unutur muyum hiç…
Maraş diyorum, Çorum, Sivas diyorum mistir… Silvan, Silopi, Cizre diyorum, Suruç, Ankara diyorum… Üretimlerinizin yerli versiyonlarının kanlı dişlerinden, salyalı ağızlarından söz ediyorum mistir… NATO’nuzdan, kontrgerillanızdan, kapitalizminizden, faşizminizden söz ediyorum mistir, siz kahkahalarla gülüyorsunuz . Ne hoş gülüyorsunuz mistir, ne hoş…
Dış görünüşünüz basbayağı insana benziyor da siz hangi ellerin imalatısınız, bilemedim, cahilliğime sayın… İmalatçılarınız prototip yaratmakta ne kadar usta, sizi nasıl da bu kadar insana benzetmişler… Baksana karşılıklı sohbet ediyoruz, siz gülüyorsunuz, benim hırçınlığımı bile hoş görüyle karşılıyorsunuz… Bizim oralarda insanlar sohbet eder, kızar, sevinir, hiddetlenir, güler ağlar… Sizin imalatçınız muhtemelen göz pınarlarınızı ihmal etmiş olmalı ki, insanın aklına geldikçe aklını yitireceği olaylar karşısında bile değil üzüntü belirtileri göstermek, ha bire gülüyorsunuz… Kentler bombalanıyor, şehirler haritalardan siliniyor, açlık, hastalık, çaresizlik almış başını gidiyor, yarattığınız felaketler karşısında sürekli gülüyorsunuz… Dedim ya bizim insanlarımız da gülerler, hem de ağız dolusu… Kızıp köpürürler de… Üstelik öyle üstü açılmamış küfürleri vardır ki… Mesela senin ananı, avradını, yedi sülaleni, gelmişini, geçmişini… Diye sizi onurlandırsalar eminim siz bunu iltifat olarak anlayıp teşekkür bile edersiniz… Hatta öyle hoşunuza gideceğinden eminim ki… Ne hoş adamsınız yahu… Tabi mistir, sizinle biz nasıl boy ölçüşelim, siz zeki, akıllısınız, sakala göre tarak vurmayı bilirsiniz, siz, sizi yaratan dünyaya yan gözle bakanların gözlerini oyar, dillerini kesersiniz, kör ve sağır edersiniz, kendinize kul köle edersiniz. Üstelik biz size kul köle olmak için sıraya gireriz, bizden en sadık köleleri de siz seçersiniz… Başımıza yerli ve milli diktatörler koyarsınız, sizin bir emrinizle onlar da bizim küçük dilimizi keser… Aş isteyene kötek, iş isteyene hapishane… Bazen bu yerli ve Milli elçileriniz zıvanadan çıkar da mızrak çuvala sığmaz hale gelince “ demokrasi ve insan hakları” na hayranlığınız devreye giriverir, bir bakarsın ki akşamdan sabaha toz olmuşlar… Canım sizin için “görev aşığı” mı yok, sıraya girenlerden en maharetlisini mumdan heykel diker gibi diker geçersiniz başımıza… Ne uyanıksınız be mistir, sahada yenilen pehlivanları tereyağından kıl çeker gibi hemen değiştirip sahiplerinizin diğer programını devreye sokuveriyorsunuz… Biz de sizi demokrasi adına selamlıyoruz… Yani celladımızdan minnet duygularımızı kabul buyurmasını istiyoruz…
“Hitler faşizmini ABD, İngiltere yendi”. Buna bizi inandıracak kadar da başarılısınız. Oysa Hitleri sahneye süren Deutche Bank, Kruplar yoluna devam ediyor… Hitler yenildi, canı cehenneme… Gelsin yeni hizmetkarlar…
Bizdeki ırkçı/dinci, resmi, sivil tosuncuklarla da epeyce senli benliydiniz, Allah muhabbetinizi artırsın, insanı kıskandırıyorsunuz be… Hani şu Maraş, Çorum Sivas, Suruç, Ankara v.s. diyorum ya…
Sahi sizin sahipleriniz de sizi öyle seçmiyor mu, mesela şu buzağı boku suratlı başkanınızı kentlerinizin, kasabalarınızın sokaklarında yürüyen insanlar mı seçti?... Ya da mesela şu sizin Onbir Eylülünüzde beş bin kişiyi öldürerek, silah stoklarını eritmek için savaş bahanesi arayan şirketleriniz mi?
Yalan mı?
Yalanı bile ne kadar inandırıcı söylüyorsunuz mistir. Bizim köyde dört kazı gütmeye gönderilmeyecek bir bozuğu başınıza başkan yaptınız, işte ben de buna gülüyorum iyi mi…. Demek ki bu kadar sıkıştınız, ya da şöyle mi demeliyim, Irakta bilmem ne bombalarınızla delik deşik ettiğiniz kadınların, Suriye’de sokak ortasında kurşunladığınız, kurşunlattırdığınız çocukların ahı mı tuttu, ne… Bu kadınlar, bu çocuklar, bu ceset yığınları rüyanıza girmiyor mu mistir, uykularınızı kaçırmıyor mu sahi?. Gerçi siz imal edilirken öldürmeye programlanmışsınız, benimki de merak işte… Mesela bir gün ateşe sokulan odun koru gibi “cosss” edeceğinizi, karanlığın yürüyüş kolunun emeğin ışığı ile bozguna uğrayacağını, yüzünüzdeki yalan maskesinin düşüp, cüzzamlı iğrençliğinizin ortaya çıkacağı aklına geliyor mu hiç?...Tarih affetmek için her zaman cömert olmayabilir de…
Pardon mistir, yüzünüz asıldı, sizi üzecek bir şey mi söyledim…
Bağırma mistir, ananı sike… haa…