Küresel kapitalizm koşullarında faşizm üzerine bir deneme / 4 Yazdır



İkinci paylaşım savaşı sonrası Avrupalı aydınlar arasında faşizmin bir kez daha hortlamayacağına ilişkin ortak kanı ağırlıklı olarak hala geçerliğini korumasına rağmen, bir kısım aydınlarda bu kanı yerini kuşku ve endişeye bırakmıştır. Faşizmin bir daha hortlamayacağına ilişkin aydınların genel kanısı Alman ve İtalyan faşizminin Avrupa’yı yıkıp harabeye çeviren, kitlesel soykırımlarla milyonlarca insanın ölümüne sebep olan maddi ve manevi maliyetidir ve bu maliyetin Avrupa’nın geniş kitlelerince bir ders olarak algılandığı ve Avrupa demokrasilerinin bir kez daha faşizm deneyiminin yaşanmasına fırsat vermeyeceğidir. Genellikle de savaş sonrası Avrupa demokrasilerinin kendini yeniden re-organize etmeleriyle kitlelerin yaşamında gözle görülür iyileştirmeler ve hayat standartlarının yükseldiğidir. Buna göre kitleler yeniden inşa edilen barıştan ve iyileştirilen yaşam standartlarının yeniden aşağıya çekilmesinden taviz vermeyeceklerdir. Gerçekten yeniden re-organize olan Avrupa demokrasileri işsizliği aşağıya çekmişler, çalışma şartlarını iyileştirmişler, ücret artışlarında gözle görülür iyileştirmeler sağlamışlardır. Madalyonun görünen yüzü budur. Madalyonun görünmeyen yüzünde ise başka gerçekler de saklıdır. Birinci paylaşım savaşının çatlaklarından doğan Sovyet devrimi Avrupa Burjuvazisinin olasılık tanımadığı, beklemediği bir yeniden doğuştur. İşçi sınıfı teoriyi yaşama geçirmiş ve iktidarı ele geçirmiştir. Bu gerçeklik bir yandan Sovyetler gibi alan olarak geniş bir ülkeyi kapitalizmden koparıp dışarı atarken, diğer taraftan örgütlülüğü eskiye dayanan ve mücadele birikimine sahip Avrupa işçi sınıfında yeni ufuklar açmıştır. Avrupa Komünist Partileri kitlesel eylemlerle, işçi sınıfı içinde güçlü bir örgütlülüğe sahip işçi sınıf sendikaları dalga dalga yayılan grevlerle sistemi tehdit etmektedirler. Sovyet devriminin prestiji ve devrime duyulan sempati Avrupa burjuvazisini tedirgin etmekte, korkutmaktadır. İkinci paylaşım savaşı sonrası ise Doğu Avrupa’nın tamamı kapitalist sistemden kopmuş, bunun birinci sonucu olarak dünyanın üçte biri Emperyalist/Kapitalist sistemin/kapitalist pazarın dışına çıkmış, kapitalizm bu büyüklükte pazarını kaybetmiş, ikinci sonucu olarak da sosyalizm SSCB sınırlarının dışında Doğu Avrupa’yı da kapsayarak kapitalizme karşı bir sistem oluşturmuştur. Diğer taraftan Sosyalist ülkeler destekli Asyada, Afrikada ve Latin Amerikadaki ulusal Kurtuluş savaşları Emperyalist/Kapitalist sistemi köşeye sıkıştırmıştır. Bir yandan emperyalizme darbeler indiren ulusal Kurtuluş savaşları, diğer yandan faşizmi Avrupa’da yenilgiye uğratan Avrupadaki Anti-Faşist direnişin merkezindeki işçi sınıfının kendine olan güvenini artırmış,Avrupa sosyalist devrimin eşiğine gelmiştir. Bu faktörler Avrupa burjuvazisini olası, kendisi için yakın tehlike arz eden sosyalizmin önlenmesi arayışına itmiştir. Avrupa burjuvazisi açısından Avrupa’da olası bir sosyalist devrimi önlemenin yolu, vahşi kapitalizmin Avrupa içinde “sosyalleştirilmesinden” geçecektir. Çalışma koşullarının düzeltilmesi, sistem içinde kalmak ve sisteme dokunmamak koşuluyla ifade ve örgütlenme özgürlüğü, ücretlerin yükseltilmesi, kamu harcamalarının artırılması, yaşam standartlarının yükseltilmesi, iç tüketimin artırılması gibi önlemler, sosyalizme karşı başlatılan kara propagandayla beslenerek kitlelerin nabzı düşürülmeye çalışılmış, kitlelerin sisteme dâhil edilmeleri, siyasal, ekonomik ve politik yedeklenmelerinde bir ölçüde başarılı da olunmuştur. Bu ve benzer önlemler kapitalizmin sömürüden feragat ettiği ya da sömürüyü yumuşattığı anlamına gelmiyordu. Bir başka ifadeyle Avrupa kapitalizmi sosyal bunalımını geri bıraktırılmış ülkelere ihraç ederek kendisi kapitalizmin merkezlerinde, Avrupa ölçeğinde nefes alma fırsatı buluyordu. Gerçekten Avrupa/ABD merkezli kapitalist ülkeler bu bağlamda sosyal bunalımlarını hafifletirken eş zamanlı olarak geri bıraktırılmış ülkeler üzerlerine yüklenen sosyal bunalımın kitlelere yansıyan hoşnutsuzluğunu askeri darbeler yoluyla inşa ettikleri faşizm yoluyla zapt etmeye çalışıyorlardı. Özellikle Latin Amerikada askeri faşist darbeler tezgâhlanırken Asya da Vietnam, Kamboçya, Laos’da ulusal kurtuluş mücadeleleri görülmedik karşı devrimci zorla bastırılmaya çalışılıyor, Kara Afrika’da ulusal/sınıfsal mücadelelerin bastırılmasında her türlü kirli tezgâhlar deneniyordu. Avrupa merkezlerinde kitlelerin “ateşini düşüren” emperyalist/kapitalizm geri bıraktırılmış ülkelerdeki gizli/açık işgallerine aralıksız devam ediyor, bu ülkelerin yer altı ve yer üstü zenginliklerinin sömürüsüyle adeta Avrupa halklarına verdiklerini misli misli geri alıyorlardı. Sömürünün şiddetinden bunalan geri bıraktırılmış ülke halklarının direnişleri, isyan ve ihtilalları şöyle dursun en barışçıl kitlesel gösteriler bile kanla bastırılıyordu. Bu süreçte Avrupa işçi sınıfı dönüştürülüyor, sınıf sendikaları yerini patron sendikacılığına/sarı sendikacılığa bırakıyordu. 1950-1970 li yıllar arası Avrupanın kendi içinde en sorunsuz olduğu, adeta balayı yıllarıdır. Ancak Kapitalizmin bunalımı da derinleşmekte ve çelişkiler su yüzüne çıkmaya, kitlesel tepkiler baş göstermeye de başlamıştır. Avrupa’da bu süreç aynı zamanda kitlelerin tepkisizliğine karşı bireysel şiddeti temel mücadele biçimi seçen küçük burjuva reaksiyoner hareketlerin de mayalanma yıllarıdır. Almanyada Baader Meinhof/RAF, italyada Kızıl Tugaylar, Fransada Direct action/Doğrudan Eylem, Japonyada Japon Kızıl Ordu gibi örgütler kitlesel tepkisizliğe karşı bu dönemde ortaya çıkan ve bireysel şiddeti temel mücadele biçimi olarak ele alan örgütlerdir. Aynı zaman dilimi Latin Amerika askeri faşizmlerine karşı silahlı mücadele ile kitlesel hareketleri birleştiren gerilla hareketlerinin devrimci pratik içinde yer aldığı yıllardır. Öyle ki Avrupa kendi merkezlerinde sosyal patlamaların önüne geçmek için ateş topunu geri bıraktırılmış ülkelere ihraç ediyor, uzun yılların mücadele birikim ve deneyimine sahip Latin Amerika ülkelerinde gerilla savaşlarıyla bütünleşmiş kitlesel isyanlarla cevabını alıyordu. 1950-1970 li yıllar arası sistemin jandarması ABD eliyle gerçekleştirilen Latin Amerika askeri diktatörlüklerine karşı mücadele bayrağı açmayan Latin Amerika ülkesi yok gibidir. Peruda Tupac Amaru, Meksika’da Zapatistalar, Kolombiya’da FARC ( Kolombiya Silahlı Devrimci Kuvvetleri), Nikaraguada Sandinistalar, Guatemala’da URNG (Ulusal Devrimci Birlik), El Salvador’da FMLN (Farabunda Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi), Uruguay’da Tupamarolar Latin Amerika’nın bilinen devrimci gerilla örgütleridir. (İrdelenen konuyla ilgisi olmamasına karşın hemen belirtilmelidir ki Avrupa merkezli şehir gerilla örgütleriyle Latin Amerika gerilla örgütlerinin mücadele anlayışları açısından ortak yanları aşağı yukarı yok gibidir. Avrupa merkezli şehir gerilla örgütlerinin “kitleselleşme” diye bir dertlerinin olmadığı söylenirse abartı sayılmamalıdır. Kapitalizmin merkezlerine ya da burjuvazinin öne çıkmış isimlerine birkaç militanın yönelttiği saldırılar eylemin “devrimci eylem” olarak adlandırılması için yeterli sebep iken, Latin Amerika gerilla örgütleri silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi bir arada ele almaktalar, gerillanın sisteme saldırısı, anında kitlesel eylemlerle destek bulmaktadır. Latin Amerika gerilla hareketlerinde “gerilla halktır”, kitlesel eyleme dönüşmeyen, kitleselleşmeyen silahlı mücadeleyi reddederler. Oysa Avrupa merkezli şehir gerilla hareketlerinin sübjektif yargıları ne olursa olsun değil kitleselleşme, eylemleri kitlesel desteğe değil kitlesel tepkilere dönüşmüştür.) 
1970-1980 li yıllar arası kapitalizmin bunalımının arttığı, devresel krizlerin periyotlarının kısalmaya ve sık sık tekrarlanmaya başladığı yıllardır. 1950-1970 li yıllar arası ihraç ettiği sosyal patlamalar, kitlesel hoşnutsuzluk ve tepkiler 1970-1980 li yıllarda geri dönmüş ve Avrupa’nın kapısını çalmıştır. Kapitalizm bunalımının ve krizinin bedelini kitlelere ödetir. Avrupa’da balayı bitmiştir. İşsizlik artmaya, ücretler düşmeye başlamıştır. Kamusal harcamalar kısıtlanmıştır. Bu yıllar kitlesel kıpırdanmaların da başladığı yıllardır. Yine bu yıllar aynı zamanda burjuvazinin “ günü gelince kullanmak üzere” hep yedeğinde tuttuğu sivil faşist örgütlenmelerin de kıpırdanmaya başladığı, kendini hissettirdiği yıllardır. Kapitalizmin bunalımlarının ve krizlerinin yansıması olan işsizlik ve yoksullaşmanın nedeni olarak ülkedeki yabancı işçiler gösterilmekte, ırkçılık pazarlanmaktadır. Sınıf bilinçsiz kitleler kapitalizmin yalanı karşısında şaşkın, gerçeği kavramaktan uzak, öncüsüz ve örgütsüzdür. Avrupa Neo faşist örgüt ve partileri bu kitleler içinde kolaylıkla taban bulabilmekte ve giderek etkinleşmektedir. Burjuvazi kitleler arasında bir korku unsuru olarak gemini elinde tuttuğu faşist hareketleri henüz alanlara sürme aşamasında da değildir. Örgütleyip kollamakta ancak ipin ucunu bırakmamaktadır.
Bu yılların geri bıraktırılmış ülkelerdeki görünümü ise Latin Amerika gerilla hareketleri faşist askeri diktatörlükler nezdinde Antiemperyalist/Anti Amerikancı mücadelelerini sürdürürken, İslam coğrafyasında İslamcı güçler “Anti Komünizm” silahıyla ve devlet eliyle donatılıp örgütlenmekte, içeride İslamcı/faşist güçler işçi sınıfının grevlerine, öğrenci hareketlerine, ilerici güçlere karşı kitlesel katliamlara girişmekte, dışarıda ilerici rejimlere özellikle Sovyet destekli rejimlere karşı savaştırılmaktadır. 
Sürecin 1980-2000 li yıllardaki görünümünü gelecek yazımızda irdelemeye devam edeceğiz.