1974'ten 80'lere doğru Acilciler (2) Yazdır


1974 tarihinde, B.Ecevit başkanlığındaki CHP-MSP iktidarı döneminde, İstanbul, Merter Cevizlibağ‘da  yeni açılan Atatürk Öğrenci Sitesi’nde(AÖS) kalıyordum.  AÖS, 10 bloktan  oluşan, kız ve erkek öğrencilerin birlikte kaldıkları, 1.800-2.000 kişi  kapasiteli, kantin, yemekhane, kütüphaneler, spor salonu, tenis kortu, sinema  salonu başta olmak üzere hemen her türlü imkana sahip modern bir öğrenci  yurduydu. AÖS İstanbul’un giriş noktalarından E5 karayolu üzerinde Merter yakınlarında Cevizlibağ diye bilinen bir bölgede inşa edilmişti. Tamamı 10 blok olan yurdun bir bloğunda da kız öğrenciler kalmakta idi. İlerde çıkması muhtemel olaylara karşın polis karakolu bile düşünülmüştü(!).  Nitekim ilerleyen günlerde önemli bir polis gücü buraya yerleştirildi. MC( Milliyetçi Cephe) hükümetlerinin kurulması ile yurt müdürü olarak atanan, faşist OKTAY ARAS’dan önce, yurt idaresinin yönetiminde demokrat ve liberal insanlar atanmıştı.

AÖS’ de kalmaya başladığım zaman, Türkiye’nin hemen her köşesinden İstanbul’a okumak için gelen yeni arkadaşlar edinmem uzun sürmedi. Oda arkadaşlarımdan birisi, daha sonra aynı örgütte uzun süre birlikte olacağım A. Ziya ERDÖNMEZ idi.

Yeni tanıştığım devrimci öğrencilerle birlikte, bu öğrencilerin kaldığı Diyarbakır, Elazığ ve Vezneciler’deki Site öğrenci yurtlarına giderdim. Bu yurtlar içersinde, özellikle Feriköy’de bulunan Elazığ öğrenci yurdu o zaman oldukça hareketli idi. Devrimci öğrenciler genellikle burada toplanıyor ve sabahlara kadar öğrencilerin akademik-demokratik hak ve taleplerinin kazanımı uğruna mücadele yöntemleri tartışılıyordu. Bu tartışmalar aynı zamanda da, o dönemin ‘radikal sol’unun, örgüt-devrim ve çalışma tarzının belirlenmesi için yapılacak olan tartışmalara da zemin hazırlıyordu.Varolan ve yeniden kurulması düşünülen öğrenci derneklerinin işlevleri, örgütlenme yapısı ve programları üzerine yapılan tartışmalar çoğu zaman tam bir kargaşa ve kaosa dönüşüyor,tartışmalar uzadıkça uzuyordu.

Benim de içersinde bulunduğum ,’Devrimci Gençlik’ grubu ile Sovyetler Birliğini, Sosyal-emperyalist olarak değerlendiren gruplar arasında devam eden bu tartışmalar, devrimci öğrenciler arasındaki siyasal kutuplaşmaları her geçen gün, geri dönüşü olmayan bir ayrışmaya doğru sürüklüyordu.

Diğer taraftan, AÖS (Atatürk öğrenci sitesi) de, faşistler ve devrimci öğrenciler arasındaki mücadele de doruğa çıkmış ve her an bir olay bekleniyordu. Tam bu bekleyiş sırasında, Türkiye’de önemli bir olay oldu.

Türk ordusu KIBRIS’A çıkartma yaparak Ada’nın üçte birini işgal etti. Bu harekatın gerekçesi olarak, Ada’da, Kıbrıs cumhurbaşkanı başpiskopos MAKARİOS’a, Yunanistan   Albaylar cuntası tarafından desteklenen SAMPSON darbesi gerekçe gösteriliyordu.

Türkiye’deki milliyetçi duyguları, bundan daha iyi(!) hiçbir olay ayağa kaldıramazdı. Türk ordusunun Ada’yı işgal harekatı, sadece Kıbrıs’a ve Rumlar’a karşı değil, AMERİKA’ YA karşı da yapılmış bir eylem olarak lanse ediliyordu. Çünkü, Kıbrıs harekatından önce,12 mart da, Nihat ERİM hükümetine HAŞHAŞ ekimini yasaklatarak binlerce yoksul köylünün açlığa terk edilmesine neden olan AMERİKA’NIN bütün itirazlarına karşın, Ecevit hükümet,11 ocak 1974 tarihinde HAŞHAŞ ekimini serbest bıraktığını açıklamıştı.

AÖS’ de faşistler ve devrimci öğrenciler arasındaki mücadelenin ana eksenini, Kıbrıs işgali üzerine karşılıklı sataşmalar almıştı. Hemen her gece, Faşistler tarafından atılan ‘’Kıbrıs türktür türk kalacaktır’’ sloganlarına, devrimci öğrenciler olarak bizler de ‘’Yaşasın bağımsız Kıbrıs, Kıbrıs da işgale hayır’’ sloganları ile karşılık veriyorduk.

Karşılıklı sloganlar ve sataşmalara karşın olayların fiili bir çatışmaya dönüşmemesi için de son derece dikkatli davranıyorduk.

Dikkatli davranıyorduk çünkü; 15 mayıs 1974 tarihinde çıkartılan GENEL AF’ tan devrimci tutuklular yararlandırılmamış ve af kapsamı dışında tutulmuşlardı. CHP bu duruma itiraz etti ve Genel Af’dan herkesin yararlanması gerektiği gerekçesiyle ‘Anayasa Mahkemesi’ ne iptal davası açtı. Devrimci öğrenciler olarak, gözümüz kulağımız anayasa mahkemesinin bu konuda vereceği karara çevrilmişti. Faşistlerin tüm kışkırtmalarına karşın provokasyon olur ve anayasa mahkemesi bu provokasyondan etkilenerek, AF yasasını iptal etmeyebilir kaygısıyla son derece temkinli hareket ediyorduk.

Tüm devrimci arkadaşlarımızın olabildiğince dikkatli olmalarına rağmen, şu an tarihini hatırlayamadığım bir gün aniden yurdu basan faşistlerin saldırısına uğradık.

AÖS’ de ÇIKAN ÇATIŞMA; YARALANMAM,  YAKALANMAM VE 45 GÜNLÜK HAPİS…

AÖS açıldığı günden itibaren faşistlerin ilgisini çekmiştir. Yeni açılmış ve her yönüyle son derece modern,1.800-2.000 kişilik yatak kapasitesine sahip bir yurdu ele geçirmek elbette önemlidir. MHP yöneticileri tarafından bu yurt dikkatle izleniyor ve en güvenilir adamlarını bu yurda yerleştirmek için yoğun çaba sarf ediyordu. Devrimcilerin, bu yurda hakim olmalarını engellemek için her fırsatta provokasyon yaratmaya çalışıyorlardı.  Öğrencilikle  ilgisi bulunmayan militanları vasıtasıyla yurt çevresini kuşatarak bizlere laf atarak tahrik ediyorlardı.

Yurt içersinde ise, daha sonra MHP İstanbul milletvekili olan Mehmet GÜL,  Milletvekili ve MHP genel başkan yardımcısı olan Mustafa VERKAYA  ve  şehit aileleri avukatlığını yapacak olan Fethi YILDIZ bunların başını çekiyordu.

Devrimci öğrenciler olarak bizler, Af yasasının anayasa mahkemesince bozularak, kapsamının genişletilmesini, Mahir ve Deniz’lerin dava arkadaşlarının özgür olmasını beklemekteydik. Bu bakımdan faşistlerin provokasyonlarına gelirsek, yaratılan bu kargaşa ortamının havayı bozacağını ve af kapsamının genişletilmeyeceği kaygısı içersindeydik.

Tüm kaygılarımıza rağmen, tahriklere daha fazla dayanamadık ve Mehmet Gül adlı faşistin Yurt müdürlüğü önünde üzerime saldırarak sırtımdan bıçakla yaralaması, bardağı taşıran son damla oldu ve karşılıklı silahlı çatışmaya dönüşen ilk öğrenci olayları  başladı.

 O günkü gazetelerde, sırtımdan yaralı olarak gazetelerde fotoğraflarım yayınlandığı için, olaylar sonunda tutuklananlar arasında ben de vardım. Olayların başlaması ile birlikte,  af düşüncesi de unutulmuş oldu. Ok yaydan çıkmıştı. Faşist öğrencilerin ele başlarından Mehmet Gül’e, yakın mesafeden ateş edilmesine karşın vurulamamış olması, daha sonra, devrimciler arasında epeyce bir süre espri konusu olmuş ve ben bu olaydan dolayı çok derin üzüntü yaşamıştım.  1978 tarihinde, İstanbul Üniversitesi önünde  devrimci öğrenciler üzerine bomba atarak katliam yapanların elebaşı olan Mehmet GÜL’ü  o fırsatta cezalandıramamış olmama hala hayıflanırım…

Faşistlerden Mehmet GÜL, Mustafa VERKAYA ve Fethi YILDIZ ile devrimci öğrencilerden Ben (İbrahim YALÇIN), Lütfü YAVUZ ve ismini şu an hatırlayamadığım Elazığlı Kürt (daha sonra avukat oldu) bir arkadaş, toplam 6 kişi tutuklanarak Sağmalcılar Cezaevi’ne hapsedildik. 45 gün sürecek olan ilk hapishane hayatım böyle başlamıştı.

THKP-C davası sanıklarında Ömer Erim SÜERKAN ve Necati SAĞIR ile Sağmalcılar da karşılaştık. Bizler, henüz cezaevine gelmeden önce  geleceğimizi haber alan Ömer Erim Süerken bizleri bekliyordu. Cezaevinin ‘kapı altı’ denilen bölümüne girer girmez beraberinde,  başgardiyan olduğu halde bizi beklemekte olan Ömer Erim,’’ hanginiz solcusunuz’’ diye bize yaklaştı. Öne atılan Mehmet GÜL  bizi gösterdi. Ömer Erim, ciddi bir yüz ifadesiyle yanımıza gelerek elimizi sıktı ve ‘’geçmiş olsun, eşyalarınızı açmayın gidiyoruz’’ dedi.

Eşyalarımız zaten yoktu ve hep birlikte ’kapı altı’ denilen pislik yuvasından çıktık. Faşistler arkamızdan gıpta ile bakıyorlardı. ‘Kocamustafa Paşa’ karakolunda bizler aç beklerken, polis ve karakol komiseri ile birlikte kebap yiyen ve bizlerle dalga geçen Mehmet GÜL hapishanede, yalnız kalmış insanların yüz ifadesiyle zavallı bir görünüme bürünmüştü. Keyfimiz yerindeydi...

Hapishaneye öğleden sonra getirilmiştik. Ömer Erim’in koğuşuna yerleşmemiz akşamı bulmuştu. Bulunduğumuz koğuş, cezaevinin en temiz koğuşlarından birisiydi ve sanıyorum trafik suçluları koğuşuydu.

Cezaevine geldiğimiz günün ilk akşamı, karşı koğuşta bulunan ve aynı avluda volta attığımız dönemin meşhur ‘baba’larından Dündar KILIÇ’ın misafiri olarak akşam yemeğimizi onunla beraber yedik. Dündar KILIÇ, Ömer Erim Süerken’a karşı son derece saygılı idi. Herkes D.KILIÇ’a saygılı davranırken, D.Kılıç da aynı şekilde Ömer Erim’e saygıda kusur etmiyordu. Bizim  Dündar Kılıç’ın misafiri olmamız  Dündar’ın, Ömer Erim’ e karşı bir saygı göstergesiydi.

Sağmalcılar da geçirdiğimiz ilk gecenin sabahında, saat 7.30 da Ömer Erim tarafından uyandırıldık. ’’Hadi bakalım burası yurt değil’’ diye bizleri tek tek uyandırdı ve hazırladığı sabah kahvaltısına buyur etti. Sonradan öğrendik ki, Ömer Erim her gün aynı saatte uyanıyor, yarım saat sabah jimnastiği yaptıktan sonra saat 11’ e kadar kitap okuyordu. Saat 12’ ye kadar her hafta annesinin sefertası ile getirdiği yemekleri ya da  o gün cezaevinde çıkan tayınları, eğer ele-avuca sığan bir yönü varsa, yeniden ‘terbiye’ (cezaevinde yemeklerin terbiyesi, yemeğin ana maddelerinin alınarak, yağını ve suyunu değiştirdikten sonra yeniden pişirilmesidir) ederek  hazırlıyordu. Öğleden sonra saat 14’e kadar dinlenen Ömer Erim, bu saatten sonra yeniden kitap okumaya başlıyor ya da özel işlerini yapıyordu.

Cezaevinde bulunan bir insanın, ‘’ hiç zamanım yok’’ diye şikayet(!) ettiğini, daha fazla kitap okumak için zamana ihtiyacı olduğunu söylemesini ilk kez Ömer Erim’den duyuyordum.

Ömer Erim  ilk günkü programını, kalkış saati dışında bizler için değiştirmişti. Öğleye doğru, Cezaevi’nin öbür bloğunda kalan THKP-C davası hükümlü sanığı Necati SAĞIR’ın yanına gidecektik. Necati Sağır ile Ömer’in neden birlikte kalmadıklarını daha sonra öğrendik. Aralarında görüş ayrılığı vardı. Necati ve Ömer Erim, her ikisi de THKP-C davasından tutuklanmalarına rağmen, zaman içersinde yolları ayrılmıştı. Bunu bizim yanımızda hiçbir zaman konuşmadılar; sorduğumuz zaman da kaçamak cevaplar vermelerine rağmen olayın özü buydu. Necati, Niğde cezaevine sevk edilmesi için dilekçe vermiş sevk edileceği günü bekliyordu. Niğde cezaevi o zaman, THKP-C ve THKO davası sanıklarının çoğunluğunun kaldığı cezaevi idi. Necati oraya giderek kendisi gibi düşünen ve THKP-C davasından yargılanmasına rağmen artık bu hareketin görüşlerine katılmayan  71 dönemi devrimci mücadele anlayışını, küçük-burjuva maceracılığı olarak değerlendiren ve SSCB’ni sosyal-emperyalist olmakla suçlayan arkadaşları ile birlikte olmak istiyordu. Ömer Erim, Necati’nin bu görüşlerine karşı olmakla birlikte kendisi de bize, eski anlayışı savunup savunmadığına ilişkin ayrıntılı bir açıklama yapmadı.

Cezaevinde bulunduğumuz 45 gün içersinde ve her fırsatta Ömer Erim’den 71-72 döneminin önde gelen THKP-C ve THKO militanları hakkında bilgiler alıyorduk. Özellikle Mahir Çayan ve Ulaş Bardakçı’yı soruyor, söyledikleri her şeyi can kulağı ile dinliyorduk.

Bir keresinde bizlere, Ulaş BARDAKÇI’ nın eline aldığı bir tel parçası ile istediği arabanın kapısını hiç zorlamadan açabildiğini söylemişti. Gülerek de, ‘’herhangi bir eylem için araba lazım olursa THKO’lular gibi zorla almazdık, Ulaş istediğimiz arabayı hiçbir zahmetsiz bulurdu’’ diye eğlendirici şeyler anlatırdı.

Bu arada zaman zaman, 54 kişilik koğuşta tek başına kalan TİKKO davası  bayan tutuklularından NEZİHE  (soyadını hatırlamıyorum) ile  koğuşunun kapısına kadar gider saatlerce sohbet ederdik. Gerek Ömer, Necati ya da Nezihe  kendilerinden sonra siyasi nedenlerden dolayı cezaevine düşen bizlere özel bir ilgi gösterirken, bizlerde aynı şekilde kendilerini örnek devrimciler olarak görüyor,  saygıda kusur etmiyordu.

İlişkilerimiz son derece saygındı. 45 gün sonra tahliye edildik. Bizden  kısa bir süre sonra, anayasa mahkemesince, anayasanın eşitlik ilkesine aykırı bulunarak af kapsamının genişletilmesi üzerine, Ömer Erim Süerken ve Necati Sağır da tahliye oldular.

 Lütfü Yavuz, ben ve Elazığlı arkadaş Ömer Erimi Arnavutköy’deki evinde ziyarete gittik. Ömer Erim’in, devrimci mücadeleye TSİP içersinde devam ettiğine ilişkin duyumlar almama karşın bir daha kendisiyle görüşme fırsatım olmadı. Necati SAĞIR ise ‘HALKIN YOLU’ adlı grupla hareket ediyordu.

Devam edecek...