hapishane günlüğü 12: selimiye askeri cezaevi Yazdır


HAPİSHANE GÜNLÜGÜ: (12)

(SELİMİYE ASKERİ CEZAEVİ, RECEP GÜREGEN, MUHARREM KAYA VE TAHLİYE )

1979 yılı’nın, Haziran ayı ortalarına doğru, yeniden İstanbul’a, Selimiye askeri cezaevi’ne gelmiştim. Haziran ayı ortaları diyorum, çünkü; Selimiye Askeri cezaevine geldikten kısa bir süre sonra Silifke’de, bir banka şubesinin kamulaştırma eylemi sırasında çıkan çatışma ve çatışma sırasında yakalanan ve katledilen yoldaşlarımızın haberini burada,  akşam TV haberlerinde dinledik. TV haberinde, olay teferruatına kadar verilmesine karşın, hangi örgüt olduğu konusunda bilgi verilmiyordu. Ekranda, RECEP GÜREGEN yoldaşın fotoğrafı gösteriliyor ve Çatışma sırasında nehri yüzerek karşıya geçip kaçmak üzereyken boğularak öldüğü söyleniyordu. Hüseyin GÜRGEN yoldaşın ismi söylendi mi? Hatırlamıyorum ama, fotoğrafı gösterilen Recep yoldaşın isminin tespit edilmeye çalışıldığının söylediğini çok iyi hatırlıyorum.

Recep Güregen Yoldaş bilinmeyen bir isim değildi. 36 yıla mahkum ve bir çok adli olaydan da hala yargılanıyordu. Yani bilinen bir isimdi.

Fotoğrafı ele geçirilmiş, televizyonlarda yayınlanıyor olmasına rağmen, isminin tespit edilememiş olması düşündürücüydü. Bu konuyu o zaman, haberlerden sonra, yoldaşlarla da konuşmuş ve ilginç bulmuştuk.

Şimdi düşünüyorum da, bizim(!) kandırılmış ve ucuza kapatılmış, Beşir KANMAZ ( ŞERİF) ile bu olay arasında nasıl bir bağlantı olabilir?

Bilindiği gibi, Hanefi AVCI’nın meşhur kitabında bizim(!) Şerif’den bahsediliyor. Teslim olduğu söylenmiyor(!) elbette( Ne Şerif’in kendisi, nede Hanefi Avcı)

Kandırılmış ŞERİF, İkinci yolu seçtim derken, Hanefi AVCI da ‘’Hatay’dan getirilmişti’ diye bahsediyor.

Şerif’in,  Silifke Ziraat bankası’nın kamulaştırılacağından haberi var. Olaydan bir gün önce Silifke’ye geliyor. Eyleme gireceğinden değil, eylemde elde edilecek paraları alacak...

Eylem gerçekleşmeyip de yoldaşlar katledildiği için kaçarak Hatay’a gidiyor ve bir gün sonra da gelip teslim oluyor. Recep Güregen Yoldaş’ın resimlerinin televizyonlarda gösterilmesine rağmen ‘’ismi tespit edilemedi’’ diye anons edilmesi bir şaşırtmaca oluyor ve Kandırılmış ŞERİF’in ihaneti gizlenmeye çalışılıyor. Olay bu kadar basit. Mihrac Ural’ın bu gün yanında kalan tek kişi işte bu ŞERİF’tir.

Yoldaşlarının katledildiği gün koşarak Silifke’ye gelen ve Hanefi AVCI’ya TESLİM OLAN bu kişidir.

Recep GÜREGEN yoldaş, birçok meziyetleri olmasına rağmen, örgütlenmenin merkezi eylem kadrosunda görev alabilecek, daha da ötesi, bölgede askeri sorumlu olabilecek bir konumda  kesinlikle değildi ve böyle bir görevle donatılması bile her açıdan yanlış olurdu. Öte yandan, Politik düzeyi ve örgütlenme içersindeki konumunun bile, buna uygun olmadığı açıktır.

O halde, Recep yoldaş’ın konumuna uygun olmayan bir görevle donatılmasını nasıl açıklayacağız?

Bunun için Recep Güregen Yoldaşı biraz daha geriye giderek anlatmak yerinde olur sanıyorum. İstanbul’dan, Isparta cezaevine geldiğimiz zaman ikişer ikişer tüm ceza evine dağıtıldığımızı yazmıştım. Recep yoldaş birkaç ay Engin’le aynı koğuşta kalmış, sonra da Engin’le fazla konuştuğu için idare tarafından başka koğuşa alınmıştı. Siyasi koğuş kurulunca bizimle birlikte kalmaya başladı.

Sürekli olarak kaçmayı düşünürdü. Engin ile aynı koğuşta kalırken içeriye bir akrabası aracılığıyla testere sokmuş, lavaboda bir demiri de kesmişler. Üzerlerindeki gözetimin arttığını fark edince vazgeçmişler.

Recep Güregen yoldaş birçok davadan birden yargılanıyordu. En son davası, Cüneyt ARKIN’ın yeğenini kaçırmak ve fidye istemekti. Son derece girişken, kararlı ve kelimenin tam anlamıyla gözünü daldan budaktan esirgemeyen bir tipti. İradeliydi. Çok sigara içerdi, bizim koğuşa geldikten bir süre sonra sigarayı bıraktı ve ben orada olduğum sürece bir daha sigarayı eline aldığını görmedim. Burun kemiğinde bir çatlak vardı ve bu nedenle burun delikleri zaman zaman tıkanıyor nefes almakta zorlandığı oluyordu. Ameliyatla, bu tıkanıklığın açılması gerekiyordu. Okumaya açık ve aydınlık bir kafa yapısı vardı. En çok Ali Sönmez’le sohbet ederdi. Mihrac Ural, Ali vasıtasıyla Recep’e yanaşır, Recep’e söylemek istediği şeyleri Ali’ye söyletirdi. Dışarı çıktığı zaman her türlü eyleme hazır olduğunu söylemesi ve dediğini de yapabileceğine ilişkin bizde bıraktığı izlenimle Mihrac’ın iştahını kabarttığı her halinden belli olurdu. Ali tarafından (Mihrac’ın yönlendirmesiyle) Hatay’daki örgütlülük abartılı bir şekilde Recep’e anlatıldığına defalarca tanık oldum. Kafasına takılan ideolojik sorunlara ilişkin bir konu oldu mu, Engin Erkiner’le sohbet eder,   kaçtıktan sonra da, ne tür eylemler yapacağı konusunda, Ali Sönmez’le uçuk hayaller(!) kurardı.  Çoğu zaman ‘’ yine nereyi havaya uçuruyorsunuz’’ diye yanlarına gelir, sohbet eder hep beraber gülüşürdük. Mihrac Ural’ın, her konuda olduğu gibi, Recep konusunda da kendisini öne çıkartma hastalığı aynen devam ediyor. Örnek olarak gerçekle hiçbir alakası olmayan aşağıdaki alıntıyı oldugu gibi aktarıyorum.

‘’...Bir gün yanıma geldi. Mir dedi, “siz sigara içmiyorsunuz. Bu ilke ise, buna uymak isterim değilse yine bırakmak isterim, üzerimde geçmişten kalan olumsuz bir izle yürümek istemiyorum”.

 Bunun üzerine, “Genelde yoldaşlarım sigara içmez, ilke değil bir duruştur. Bana uymak istersen bunu bir defada bırakacaksın ve bitecek” dedim. O an, elindeki sigarasını küllüğe ezercesine bastırıp söndürdü. Gömleğinin ön cebinde yeni açılmış sigara paketini de çıkartarak, avucu içinde sıkıştırıp büzüştürdü, ezdi. Ve yere attı. Buraya kadar dedi. O günden itibaren sigarayı ağzına almadı…’’

 Aman allahım(!) ‘’bana geldi..Mir dedi.. vs vs.’’ En küçük bir konuda bile..’’bana’’ yada ‘’ben ‘’diyebilen bu sahtekar adamın hangi yalanını yazayım ki…?

 Bir kere orada( Mihrac dışında) bulunan herkes az yada çok sigara içiyordu, bu durumda Recep’in ‘’siz sigara içmiyorsunuz’’ demesi mümkün değil. Recep’in sigarayı bırakmasının asıl nedeni, burun kemiğindeki çatlaktan süzülen et’in, burnunu tıkaması ve nefes alış verişini zorlaştırması nedeniyledir. Bu bakımdan  sigarayı bırakmasını önerdik ve kabul etti, bir daha da içmedi.

 Recep Güregen yoldaş’ın, hapishaneden firar ettikten hemen sonra Güney’e gitmesi, Isparta cezaevinde Ali Sönmez’le yukarda bahsettiğim konuşmalarının bir sonucudur.  Biz içerdeyken, Mersin ve civarında kimi yoldaşlardan gelen ‘’ biz Recep’in hızına yetişemiyoruz’’ diye  yakınmalar geldiğini de biliyorum.

Recep Güregen yoldaşın örgütlenmesi konusunda Mihrac Ural’ın en küçük bir katkısı yada çabası olmamıştır. Katledilmesi olayında ise, ‘’yoldaşı’’ Kandırılmış ve ucuza kapatılmış  Beşir KANMAZ yada nam-ı deger Şerif’in katkısını varın siz düşünün…

 Yeniden başa dönüyorum...

Engin Erkiner, Ali Sönmez ve Muharrem Kaya, benden önce Selimiye askeri cezaevine gelmişlerdi.

Mihrac Ural dışında hepimiz bir aradaydık. Bir süre sonra Mihrac da getirildi.

Selimiye Kışlasının, eskiden büro olarak kullanılan  en üst katı  hapishane olarak kullanılıyordu.

Eylem Birliği ve THKP-C Savaşçıları başta olmak üzere, her siyasetten insanlar vardı.  Silahlı mücadeleyi savunan hemen hemen tüm örgütler buradaydı.

Muharrem Kaya ile uzun süredir görüşememiştik. Bir arada olmamıza rağmen, örgüt içersindeki hizipleşme nedeniyle aramızdaki ilişkiler biraz soğuk olmasına rağmen yine de aynı komün içersinde beraber hareket ediyorduk.

Cezaevi’nin en kalabalık grubu Eylem Birlikcileri idi. Tütün ciflik,  Beykoz ve Ege bölgesi operasyonlarından sonra, başta  Hilmi BEGÜMCAN olmak üzere, merkezi kadro düzeyindeki tüm militanları yakalanmıştı. Bu arkadaşlar, genelde THKP-C Savaşcıları ile birlikte hareket ediyorlar, bize karşı yer yer tavır alıyorlardı. Mahir Çayan’ı revize ederek, HALK SAVAŞI’nı inkar etmekle eleştiriliyorduk. Bu nedenle, aramızda sözlü sataşma ve voltada omuz vurmaya kadar varan hırlaşmalar eksik olmuyordu.

Eylem Birliği’nden Hilmi Begümcan ve THKP-C Savaşcıları’ından Zeki Yumurtacı  (12 eylül döneminde öldürüldü) nın organize ettiği, HALK SAVAŞI konulu bir tartışma toplantısı esnasında, Bizim adımıza konuşmacı Engin Erkiner’e saldırmaları, bardağı taşıran damla oldu.  Özellikle’de bu tartışma sonrası Savaşçılardan ayrılarak bize katılan bir arkadaşın (Y.Ö) olması ve kendi içlerinde ortaya çıkan sorunlar nedeniyle ilişkilerimiz tamamen kopma noktasına gelmişti.

Bu arkadaşlarımızın bir çogu ideolojik politik yetkinlikten yoksundu. Bilinçli bir tercihin sonucu olmasa da, ‘’eylemi herşey, amacı hiç birşey’’olarak gören bir anlayışa sahiptiler. Kaldıki, 12 eylül’den bir süre sonra, Metris cezaevinde bu arkadaşların bir kısmı ‘’itirafcı’’olarak ‘’hainler koğuşu’’na gittiler ve direnen  devrimcilere küfür etmeye başladılar.

 SEVGİLİ YOLDAŞIM MUHARREM KAYA...

Muharrem KAYA’ı 1977 Ağustos operasyonu sırasında tutuklandığımız gün tanıdım. Kısa bir süre Sağmalcılar’da kalmış ama sürgünler nedeniyle ayrı düşmüştük. İki sene sonra Selimiye’de yeniden biraraya geldiğimiz zaman daha fazla tanıma imkanım oldu. Muharrem, kısa bir süre BOLVADİN ceza evinde kalmış ve orada büyük baskı görmüştü. Ne zaman işkence sözü açılsa, hemen BOLVADİN’den bahsediyor, orada gördüğü baskıları tekrar tekrar anlatıyordu. Karslı oldugu için bazen ‘’azeri’’ lehcesiyle fıkra anlatır, bizi gülmekten kırar geçirirdi. Selimiye’ye, İZMİT cezaevinden, Yılmaz GÜNEY’in yanından gelmişti. Yılmaz Güney’le arasının çok iyi oldugundan bahseder. Y. Güney’in içerde yazdığı bir film senaryosunda, baş rol oyuncusunun eline verilecek silah’ın, Muharrem’in önerisi üzerine mavzer degil’de, KALAŞNİKOF olduğunu anlatırdı.

Engin Erkiner’i, ‘’Örgütsel ayrılığın ideolojik temellerini attı’’ diye sevmez ama belli etmezdi. Mihrac Ural’dan ‘’nefret eder’di. Mihrac’ın, ‘’devrimci olmadığını, hehşericilik yaptığını ve arap milliyetcisi’’ olduğu konusunda sabit fikirliydi. Her seferinde ‘’o bir üç kağıtcı’’ der dururdu. Nebil Rahuma ve Haydar Yılmaz’ı çok severdi. Ali Sönmez’i sevmesine karşın, Mihrac Ural’ın sözünden çıkmadıgını bildigi için mesafeli dururdu. Benimle ilişkileri genelde iyiydi. Düşüncelerini genellikle benimle paylaştığı için, kendisine katılmadığım zaman bana kızar ve ‘’senin yerin bunların yanında değil’’ derdi. Mihrac Ural’a  yönelik eleştirilerini ciddiye almadığıma kızardı. Devrimci mücadelenin, art niyetsiz, samimi ve dürüst bir militanı olarak tanıdığım sevgili Muharrem’in, tertemiz saflıkları da vardı.

Bir gün, Engin yanıma geldi ve ‘’Muharrem’i görüyor musun, kitap okuyordu, tuvalet’e kalktıgı zaman okuduğu kitabın safsatalarını büsbütün geriye aldım. Fark etmedi bile(!) , geldi ve geriye aldığım sayfaları tekrar okuyor ‘’dedi. Bunun üzerine Muharrem’i kollamaya(!) başladım.  Biraz sonra tekrar kalktı ve dışarıya, koridora çıktı. Ranzasında duran kitap’ı tekrar 50 sayfa geriye çevirdim ve beklemeye başladım. Muharrem geldi ve başladı okumaya(!) gülmeye başladım. ‘’ Yahu sen ne yapıyorsun, az önce Engin bu kitap’ın sayfalarını geriye aldı, şimdide ben tekrar geriye aldım, neredeyse kitap başa geldi ama sen hala fark etmedin’’ dedim. Şöyle bir yana döndü ve ‘’ Anladım, anladım da, acaba bu kitabı daha önce okumuş muydum diye düşünüyordum’’dedi. Bir seferinde, ziyaretten sonra bizi topladı ve önümüze bir tomar fotoğraf koydu. ‘’Bakın bakalım, inanmıyordunuz’’ dedi. Önümüzde, Muharrem’in ringde, elleri havaya kaldırılmış fotoğrafları duruyordu.’’ Doğu Anadolu boks şampiyonu’’ olduğunu belgeleyen fotoğraflardı...

Yıllar sonra, Paris’te,’’ Fete de l’humanite’’ de  Rıza Salman’la karşılaştığımda Muharem’i sordum. ‘’ attık onu’’ dedi. ‘’oligarşi Kemal’i sordum. ‘’onu da attık ‘’ dedi. Daha başkalarını da sormuştum ama hepsini de attığını(!) söyledi. Kim kaldı ki ? dedim. Söylemedi...(!)

Mahkeme’mizin  başlamasına kısa bir süre kala, Mihrac Ural’da Deniz’li cezaevinden, Selimiye’ye, yanımıza gelmişti.

Kimse tarafından tanınmadıgından, kendisini tanıtmak ve dikkat çekmek için önüne çıkan herkesle tartışmak istiyordu.

Bir gün Cezaevi güvenlik komutanı yüzbaşı, elinde bir mektupla koguşa girdi ve’’ Mihrac URAL hanginizsiniz? ‘’Diye sordu. Mihrac’a dönerek, mektubu gösterdi ve okumaya başladı. Mektup’ta, ‘’burasının cezaevi değil çiftlik olduğu’’nu yazan Mihrac’a ‘’ayıp olmuyor mu böyle yazmak, illa sizi sıkalım mı istiyorsunuz’’dedi. Bozulmuştuk tabi. Yüzbaşı gittikten sonra, herkes bizi eleştirmeye başladı...

30 sene önce ‘’ burası çiftlik, çiftlik’’ diye övmekle baş edemediği yeri, aradan 30 sene geçtikten sonra, bilmem kaç ‘’zindan’’ dolaştım diye palavra atarak, çiftlik dediği yeri ‘’zindan’’ diye anlatmasına ne demeli? Bilmem ki..

TKEP’LE İLK TEMAS...

Bir süre sonra, ‘’Türkiye Komünist Emek partisi’’ (TKEP) adını alacak olan ‘’EMEĞİN BİRLİGİ’’ ile ilk temasımız da bu ceza evinde başlamıştı. Emeğin Birliği yazı işleri müdürü Reşat GÜVENİLİR ve aynı davadan yargılanan Cuma ÇAT’la beraber aynı koğuştaydık. Reşat ve Cuma’ya her hafta düzenli bir şekilde gelen’’Emeğin birliği’’dergilerini bu vesileyle takip ediyor, okuyorduk.

Engin ERKİNER başta olmak üzere, Mihrac URAL ve bizler, Emeğin Birliği dergisinde seri halinde yayınlanan ‘’işbirlikçi tekelci kapitalizm’’ tespitine aynen katıldığımızı ve doğru tespitler olduğu konusunda hemfikir olduğumuzu hatırlıyorum.

1982 tarihinde, TKEP-ACİL arasında başlayan ve siyasi birliği hedef alan birlik görüşmelerinin başlatılmasında, bu tespitin önemli etkisi olduğunu düşünüyorum.

MAHKEMELER BAŞLIYOR.

Selimiye kışlasında günlerimiz genelde okumakla geçiyordu. Aydın ENGİN’le aynı koguştaydık ve A. ENGİN’in gazetecilik yaşamından karşılaştığı kimi olayları espiritüel bir dille anlatarak bizleri kahkahaya boğması, cezaevi yaşantımıza renk katıyordu. Arada bir de olsa, OYA BAYDAR’ın kendi elleriyle, Aydın ENGİN için yapıp getirdiği  MANTI’yı, ilk kez burada tattığımı da belirtmek isterim.

Mahkeme tarihimiz belli olmuştu. Uzun bir aradan sonra yeniden, ama bu sefer askeri mahkeme’de yargılanacaktık. Avukatımız Nizar ÖZKAYA, mahkeme savcısı yüzbaşının, demokrat ve ALEVİ kökenli olduğunu söylüyordu.

Milliyet gazetesi başyazarı Abdi İPEKCİ’nin katili Mehmet Ali AĞCA’nın iddianamesini hazırlayan da aynı savcıydı. İddianame’de, Ağca’yı faşist olmakla itham eden çok çarpıcı değerlendirmeler yapmıştı.

As. Savcı ile avukatımız Nizar ÖZKAYA’nın aralarının iyi olması elbette bizim de işimize geliyordu.

Nizar Özkaya,  ziyaretimize  geldiği bir gün,  savcı ile aralarında geçen konuşmayı bize aktararak aynen şunları söyledi. ‘’ As. Savcı İbrahim’in  durumunun kritik olduğunu, Tahliye ve ağır ceza arasında gidip gelebileceğini, Üzerine ifade vermiş olan iki tanığın mahkemede verecekleri ifadeye göre durumunun netleşeceğini’’     söylediğini anlatarak. Kendi yorumunu yaptı. ‘’İbrahim Yalçın’ın tanıkları, polis’te verdikleri ifadeleri mahkeme de reddederlerse, İbrahim Tahliye edilecek haberiniz olsun

İddianamede, birden çok eylemden dolayı yargılanıyor gözüksek de,  Muharrem dışında, Ben, Engin ve Ali esas olarak ‘’Akbank Harbiye Şubesi’’nin kamulaştırılması eyleminden yargılanıyorduk. Diğer hiç bir eylemde tanık yoktu ve esas olarak Harbiye Ak Bank şubesi’nde  beni tanıyan sadece iki kişi olmasına rağmen Engin ve Ali, aşağı yukarı tüm personel tarafından ( 20-25 kişi) teşhis ediliyordu.

Kaldı ki, Engin ve ALİ’de, olayı, mahkemede kabul ediyorlar,’’ İbrahim Yalçın eylemde yoktu, biz vardık’’ diyorlardı.

HAYDAR YILMAZ DEVREYE GİRİYOR...

Avukatımızdan bu haberi alır almaz, dışarıya, Haydar YILMAZ’a haber gönderdik ve beni polis’te teşhis eden iki tanıkla konuşmasını ve ifadelerini değiştirmelerini sağlamalarını söyledik. Haydar YILMAZ’ın, yanına, İbrahim BÜYÜKER’i de alarak önce İstanbul’daki tanığı, ardından da, Ankara’ya tayin olan ikinci tanıgı bularak konuşmaları üzerine benimle ilgili başka bir görgü tanığı kalmamıştı.

Hiç Unutmuyorum. Tanıkların dinleneceği gün, mahkeme salonu kapısında beklediğimiz bir sırada, yanımıza gelen ve beni polis’te teşhis eden bir tanık, ‘’Abi hanginizi tanıyıp hanginizi tanımayacağım’’ diye bize sorduğunda, Engin ve Ali, kendilerini göstererek ‘’Bizi tanıyacaksın ama bunu tanımayacaksın’’ diye de beni gösterdiler.

Mahkeme esnasında, salona çağrılarak, bizleri tanıyıp tanımadıgı soruldugunda da, aynı tanık, Ali ve Engin’i göstererek ‘’ bu ikisiydi efendim’’demesi ardında, Mahkeme başkanının,  beni göstererek ‘’Bak bakalım bu da var mıydı?’’ sorusuba ise ,’’Hayır efendim yukarda allah var bu yoktu, benim gördüğüm  şahıs kısa boyluydu bu kişi çok uzun’’diyerek cevap verdi. Rahatlamıştım.

Sıra benim tanıklarıma gelmişti.  Banka eyleminin yapıldığı gün, olaydan yarım saat sonra  okul’da, ‘’ULUSLARARASI  EKONOMİ’’ dersinden sınavına girmiştim. Sınav kağıdım, bilirkişi tarafından incelenmiş, sınav kağıdı üzerindeki yazının bana ait olduğu tespit edilmiş olmasına rağmen, dersin hocası, Prof. Gülten KAZGAN’ın şahit olarak dinlenmesine karar verilmişti. Gülten Kazgan, mahkemeye geldi ve beni tanıdığını, o gün yapılan bitirme sınavlarında ‘’IYI’’ not aldığımı  ve benim çalışkan bir öğrenci olduğumu söyleyerek gitti.

Olay tarihinde Beykoz’da oturuyordum. Olayın olduğu gün, sabah saat 08’de, Beykoz’da bulunan kırtasiyeci Trockist Mehmet AYDIN hoca’yı tanık göstermiştim. Mehmet hoca mahkeme’de ‘’ İbrahim, o gün sabah saat 08 sıralarında dükkanıma geldi ve sınava gidiyorum diye benden kalem aldı’’ diyerek ifade vermesi üzerine, Avukatımın yaptığı savunmaya karşılık, mahkemenin söyleyeceği hiçbir şey kalmamıştı. Olay anında bulunan 25 civarında görgü tanığı beni tanımamış. Olay saatinden çok kısa bir süre sonra okul’da sınava girmiş ve iyi almıştım. Bütün bunlara karşın, sabah saat 08’de Beykoz’da olduğuma dair tanık vardı ve 08 ‘de Beykoz’da olan bir kişinin 08.30’da Harbiye’de olması imkansızdı.

MUHARREM KAYA’nın ŞANSSIZLIGI...

Benimle ilgili tanıklar dinlenmiş, tanık ifadelerine savcının bir itirazı olmamıştı. Bu iyiye bir işaretti. Genelde, polis’te verdiği ifadeyi mahkeme’de değiştiren tanıklara, savcı tarafından çapraz sorular sorularak, ifadesini neden değiştirdiği üzerinde durulur, tanığın yalan söyleyip söylemediği araştırılmak istenirdi. Burada böyle bir durum olmadı. As.Savcı, tanık ifadelerine karşı bir diyeceğinin olmadığını söyleyerek tanık ifadelerinin doğruluğunu tasdik etmiş oluyordu.

Sıra Muharrem Kaya’nın tanığına gelmişti. Muharrem, Selimiye Ak Bank şubesi kamulaştırma eylemi nedeniyle yargılanıyordu. Bu eylemde, Muharrem’i poliste tanıyan sadece bir kişi idi.

Tanık salona girdiği zaman, heyecanlı olduğu belli oluyordu. Muharrem, kendisine gösterilerek sorulduğu zaman, ’ Benziyor efendim’’diye cevap verdi. Kesin teşhis etmemiş sadece benziyor demekle yetinmişti. Tanığın ‘’benziyor’’ demesi Muharrem’in lehine bir durumdu ve As. Savcı buna da bir diyeceğinin olmadığını söylemişti. Tanık, salonu terk etmek üzereyken Muharrem ayağa kalktı ve ‘’Tanık açık konuşsun benim olup olmadığımı kesin söylesin’’ gibi sözlerle  itiraz etmeye başladı. Yanımda oturan Muharrem’in dizlerine vurarak uyarmama rağmen, beni dinlemeyerek itirazlarını sürdürmeye devam ettin. Bunun üzerine, mahkeme başkanı dışarı çıkmış olan tanığın tekrar salona alınması isteyerek bir kez daha, Muharremi göstererek tanıyıp tanımadığı soruldu. Zaten heyecanlı olan tanık, sanırım paniğe kapıldı ve ‘’ EVET  EFENDİM BUDUR’’ dedi.  Her şey bitmişti ve Muharrem kesin olarak teşhis edilmişti.

Cezaevinde bu konuyu pek çok konuşmamıza rağmen, yapacak bir şey kalmamıştı.

Muharrem Kaya, tecrübesizlikten kaynaklanan, gereksiz itirazı nedeniyle, tahliye olması gerekirken, daha sonra, sırf bu tanık ifadesi nedeniyle  Müebbet hapis cezası alacaktı.

28 AY SONRA ÖZGÜRÜM...

19 aralık 1979 tarihli mahkemede, Askeri savcı Avukatımın benim için talep ettiği tahliye talebine katıldığını, ‘’içerde kaldığım sürenin de   göz önüne alınarak tahliyeme’ karar verilmesi yönünde görüş belirtti ve mahkeme tarafından tahliyeme karar verildi.

Benden bir önceki mahkemede de Mihrac Ural İstanbul davasından tahliye olmuştu. Ancak hakkında başka tutuklama kararı bulunduğu için Niğde cezaevine gönderilmişti.

Tahliye olmam elbette sevindiriciydi. Yeniden sıcak mücadelenin içersinde olacaktım. Özleme değenler biryana, özleme değmeyenleri de özleyerek 28 ayı tüketmiş olmama rağmen huzursuzdum.

Aralık ayı başında, yani, tahliye olmamdan 15-20 gün önce, örgütümüze yönelik yeni bir operasyon başlamıştı. Ankara ve Kayseri’den başlayan operasyon İstanbul’a kadar gelip dayanmıştı bile...

Tahliye edilişimden birkaç saat sonra eşyalarımı toplayarak Selimiye kışlasının kapısından dışarıya adımımı atar atmaz, karşı’da bekleyen bir polis ekip’i ile karşılaştım ve tekrar içeriye girdim. Cezaevi güvenlik komutanı yüzbaşı’ya, ‘’dışarda polis ekip’i var ve beni bekliyorlar, onlar gitmeden ben dışarıya çıkmayacağım’’dedim. Bir kaç saat dışarı çıkmadım ve bekledim. Polis ekip’i gittikten sonra bir taksiye atlayarak doğruca Ümraniye’deki evime gittim.

( 13. Bölüm. Evime yapılan baskın, kaçış ve illegal yaşam’la devam edecek.)