“Tesadüf, sadece tesadüftür” dedi. “Nerede, nasıl, niçin neden gibi sorular sorup cevaplar alarak kendini açığa çıkaran iç bağlantıları bir tülü kabullenmez, o bir gizdir ve bundan hoşlanır. Onunla daha çocuk yaşta, ortaokula başladığım yıllarda bizi hangi tesadüflerin bir araya getirdiğini, yaklaşık kırk yıldır da siyam ikizleri gibi hiç ayrılmadığımızı nasıl açıklayabilirim. Belki sosyolojik bir açıklaması, psikolojik, ruhsal bir bağlantısı vardır bu “siyam ikizliğinin” de benim bunları açıklayabilme kabiliyetimin, bilgi birikimimin olmadığını peşinen kabulden başka umarım yoktur. Bir tesadüftü işte onunla ortaokula başlarken yollarımızın kesişmesi”. O anlattı, ben dinledim. Bu yazının edebi olma gibi bir iddiası yoktur. Bazen anlatırken heyecandan sözcükleri tekerliyor, bazen usul usul, teker teker anlatıyor. Bazen dalıyor, kesik kesik anlatıyor. Benim payıma düşen onun anlattıklarını nakletmek, olduğu gibi… “Öyle merhabamızın bir samimiyetle başladığı sanılmasın. O, kasabanın yerlisiydi, ilişkilerinde açık ve dışa dönüktü. Kasaba raconunu daha bu yaşta öğrenmişti ve kendisinden yaşça büyük “efe bozması” kabadayılara posta atarken kendine güveni tamdı ve bu küllükte ona yan bakana o “ yan çakardı”. Ben… Iıhhh… Öyle kabadayı filan eğilimlerden uzak, içine kapalı, çok konuşmayı hazzetmeyen, dersleriyle meşgul okulun medarı iftiharı halim selim, ideal bir kasaba ortaokulu bir öğrenci. O günün modasıydı, kuşların bile kendilerinden habersiz uçmayacağına iman etmiş kasaba kökenli öğrencilerin biz köy çocuklarını afra tafrayla yıldırıp sindirmesi… İlk karşılaşmamız, sanırım bir pazar günüydü. Okulumuzun hemen yanı başında “ağanın bağı” denilen boş arsada futbol oynanırdı. Biz yatılı öğrenciydik, o saatlerde biz futbol sahasını işgal edemezdik, yoksa bizi bu bıçkın delikanlılar döverdi, biz de onların maçlarını seyreder, saha dışına kaçan toplarını bir koşu alır gelir, onlara verirdik. Top önüme düşmüştü de pek oralı olmamıştım. Koşarak gelip omzumdan itti, yüzünü ekşiterek “atsana lan topu” dedi. Topu ayağımla ters yöne vurdum, “ şimdi siktir git topunu al”… Benden hiç de böyle bir tepki beklememişti, bir an şaşırdı, ne diyeceğini, nasıl davranacağını bilemedi. “Ben sana gösteririm” der gibi kafa salladı, gitti topu kendisi getirdi. Sonraki günlerde epey bir zaman birbirimizle ilgimiz olmadı. Olmadı ama Ortaokuldan birlikte mezun olduk, liseye de birlikte başladık. Kasaba havasına gözüm açılmaya başlamıştı. Yok öyle ne bıçkınlığım vardı ne de kabadayılığım. Babamdan gelen okuma alışkanlığım yoğunlaşmıştı, derslerim de hani övünmek gibi olmasın pekiyiydi. Birçok arkadaşımın da Matematik ve geometride kurtarıcısıydım. Hani anlarsınız canım, yazılı sınavda “beceri sahibi olanlar” benim yazılı kâğıdımı önlerine çekerler, apar topar adlarını yazarlar, ben de onların kâğıdına soruları yeniden çözerdim. Sevgili öğretmenlerimiz mutlaka işin farkındadırlar ama muhtemelen görmezden gelirlerdi. Bu arkadaşıma sınıfta doğrudan kopya vermedim ama, diğer sınıflara sorulan soruları çözmem için bana getirdiğinim hatırlıyorum. Bu olayla aramızdaki sürtüşme, husumet bitmiş, birbirimize hal hatır sormaya başlamıştık. Lise ikinci sınıfın sonlarına doğru sanki okulun kimyası değişmeye başlamıştı. Kalpaklarının üzerine üç hilal, bozkurt amblemi takanlar gruplar halinde çarşıda pazarda dolaşır, okulumuzu da ziyaret etmeyi ihmal etmezlerdi. Birkaç alevi kökenli arkadaşımızı tehdit etmişler, öğrenciler arasında bir tedirginlik, bir panik havası yayılmaya başlamıştı. Bir teneffüs esnasında tarih öğretmenimizin “ bu haydutlar ne geziniyor okulda” dediğini kulaklarımla duymuştum. Açıkça saflaşma başlamıştı. Okullar arası bilgi yarışmasının ilk etabı okulun kendi içinde emsal sınıflar arasında yapılırdı. Takımlar belli olmuş adları konulmuştu. Bizim takıma “solcular” deniliyordu da nasıl bir solculuk yaptığımız herkes şıp diye anlayıvermişti de bir ben anlayamamıştım. Bilgi yarışmasında grubun sözcüsü bendim, Allah’ın inayetiyle kim durabilirdi ki önümüzde, sınıfları eleyip geçiyorduk. Bizim takımı seçme yetkisi sınıf öğretmenimiz tarafından bana verilmişti. Ben aynı takımda ısrarcı olunca yatılıda bizden üst sınıftaki tosuncuklardan ihtar yemiştim “ takıma neden ülkücüleri almıyorsun”. Cevabım kısa ve kesindi. “Onların kafası basmaz”. Bu arada 72. Koğuş, Buzlar çözülmeden gibi oyunları kendi olanaklarımızla sergiliyoruz. Okulun Tiyatro salonu dolup taşıyor, kasabanın hakim, savcı, doktor, avukat gibi ekabirleri tiyatro salonumuzu dolduruyorlar, oyunlar büyük beğeni topluyor. Benzer sosyal faaliyetlerimizin “çatlağı derinleştirdiğinin” farkında değiliz. Bilgi/Kültür faaliyetinin ve sosyal etkinliğin kime ne zararı olmuştu da biz kasabanın sağ gelenekçi eşrafının, ülkücü tosuncukların gözünde böylesine tehlike unsuru oluvermiştik. Neyse ne, olmuştuk işte bir kere. Arkadaşım Cumartesi öğleden sonra yatılıya geldi, Çarşı iznimiz C. tesi ve Pazar günleri akşam saat on yediye kadardı. “Çarşıya yalnız çıkma, bazı söylentiler duydum, beraber gezelim”. “Teşekkür ederim, korktuğumu düşünürler, sen git, ben çarşıya yalnız çıkacağım”. Israrını geri çevirdim. Kitap alışverişlerine, bildiri broşür dağıtmaya başlamıştık. Bir saldırı karşısında nasıl önlem alacaktık, kasabadaki öğrenci olanaklarımızı aşıyordu, çare bulmalıydık. Olanaklarımız ölçüsünde tedbirimizi aldık. Uysal, efendi, güven duyulan, sorumluluk üstlenmeyi bilen bir Çerkez oğluydu artık. Kazasız belasız lise son sınıfa geldik. O yılın aralık ayında hem okuldan atıldım, hem yatılıdan… Uzun hikâye… Derken o yıl Üniversite sınavlarında ben Tıpa kayıt yaptırdım, arkadaşım bir yıl daha hazırlandı. Farklı sebeplerle ben Tıp fakültesini bırakıp Gaziye geldim, ikinci yıl Gazide yine beraberiz… Ne Gazi ama… Mücadelenin gemi azıya aldığı yıllar. Gazide öğrenci olmak, bütün iktidar desteğini arkalarına alan, iktidarların bütün para ve silah olanakları avuçlarına akıtılan faşistlere karşı, bütün olanaksızlıklara karşı onur mücadelesiydi, direnmekti. Hakkına direndik, bütün devrimciler bütün güçleri ve inançlarıyla direndiler. İş bununla kalsa iyiydi, devrimci saflaşmada yerler seçilmişti ve asıl yük bu görevin üstesinden gelmekti. Devrimci mücadelenin içinde bulunduğu durum öğrenci hareketinden çekilmemizi gerektiriyordu, mücadele alanı bütün ülkeydi. Üstlendiğimiz görevlerin ne kadarını yerine getirebildik, ne kadarını başarabildik, hüküm yürütme hakkı bana ait değil, vicdanlarda bir yerinin olduğunu biliyorum. Benimle birlikte çok hırpalandı, karşı devrimcilerin saldırıları, pusuları vız gelmişti de, içimizdekileri ne yaparsın… Çok acıttılar içimizi, çok… Hastaydı, hasbelkader içinde bulunduğumuz devrimci yapıda onun da sorumlusuydum, yani bana bağlıydı. Parasal sorunlarımızı ihtiyaçlarımızı karşılayacak kadar halletmiştik. Sık sık öksürüyor ve halsiz düşüyordu. Bulunduğu bölgeden çağırdım, hatırı sayılır bir miktar para verdim, iki ay izinliydi, bir güzel tedavisini yaptırıp sağlığına kavuşmadan gözüme görünmemeliydi. Faaliyet yasaklanmıştı. İtiraz edecek oldu, “ artık ortaokul arkadaşı değiliz” dedim. Ses çıkarmadı, parayı verdim, tedavi olmaya gitti. Yaklaşık bir ay sonra kalabalık içinde birini ona benzettim, hızlı adımlarla yanına yaklaştım… Ne benzetmesi, ta kendisi… Gözüne baktım… Kızdığımı anlamıştı, “ kızma” dedi, “gerekçem var”. “Eee, neymiş bakalım gerekçen? Anlattı gerekçesini, sanırsınız ki kişisel bir çıkar, ilgisiz bir harcama… Bir taşocağının bekçisini kafaya almış, bütün parayı ona verip, bir kamyonet dolusu ihtiyaç malzemesi!... “ Tepkinden çekildim, sana görünmeyecektim”. Bu arada “gönül işini” de ihmal etmemişti. Anlatması zor bir mesele… Ben yakalandığımda o kaçmayı başarmıştı. Neredeyse bir yıl kaçtı. Bu süre içinde Çorum olayları patlak verdi. Eğer bu aşağılık güruh daha fazla genç kızın, kadının numusuna musallat olma fırsatı bulamamışsa, daha fazla hamile kadını karnının deşme, daha fazla çoluk çocuk, genç ihtiyar boğazlama, ev yakma fırsatı bulamamışsa çerkezin militan ruhunun dinci faşistlerin kabusu olmasındandır. Katliamın yaşandığı Mil önü, Kale gibi mahallelerde kaç kahve köşesinde söylenceleri kulaklarımla işittim. Nihayet yakalandı. Sorguda günlerce, aylarca gözlerimiz bağlı kalırdık. Böyle durumlarda bizi karşı karşıya getirirlerse parolamız hafiften öksürmek olacaktı. Anlayacaktık ki, aynı anda sorgudayız. O yakalandığında beni aldılar, aradan yaklmaşık ibr ay geçmişti, işkenceydi. 12 Eylülün işkenceleriyle meşhur dal grubundayız. Gözlerimiz bağlı, sesi inilti şeklinde çıkıyor, belli ki takati kalmamış. Birkaç şey söylüyor, anlaşılmıyor. Hafiften öksürdüm, toparladı kendini. Bundan sonraki günler malum. Kaldığımız üç ayın otuz gününde Nuh demişti de peygamber dememişti. İşkenceyi gören bilir, bu iş dışardan gazel okumaya benzemez pek. Nihayet ne demirdenr imal edildik, ne çelik alaşımından. Etten, kemikteniz ve işkenceciler sizin dışınızda bir çok bilgiyle sizi sorguya çekiyor. Sorgu bitti Mamağa götürüldük. Biraz mahcup, yere bakıyor, suçlama ya da sitem bekliyordu belli ki… Kucakladım, “kaldır başını, sen yapabileceğinin en iyisini yaptın”. Gergindi, yüzü güldü. Ağır ceza aldı. Çanakkale cezaevindeyken haber mi göndermişti, mektup mu, hatırlamıyorum. Onu yıkan bir meseleydi, şu malum gönül işi… Yakalanınca, sevgilisi arkadaşımın bir yakının evinde kalmıştı ve hamileydi. Sineye çekmeye çalışıyordu. Bu mesele aramızda sır olarak kalacaktı, ailenin bu meseleye ilişkin tepkisinin yol açacağı olaylara meydan vermek istemiyordu ve in iyisi de sineye çekmekti. Nihayet hamilelik bitmiş bir “ kızı” olmuştu, kendi kızıydı ve kimsenin olan bitenden haberi yoktu. Sonraki yıllar kızını bulduk, güney illerinin bir kasabasında Ninesinin yanında kalıyordu, annesi başka birisiyle evlenmişti. Kızı bu kasabada öğrenciydi. Cezaevinde kalp ameliyatı oldu. Bir afla serbest kaldığında istanbula gitti. Sık sık ankaraya bize gelirdi. Cezaevlerinden yeni çıkmıştık ve herkesin canı başına dertti, aş yok, iş yok, ekmek yoktu. Olanağı olanların da başını çevirip baktıkları yoktu. İstanbulda en büyük desteği Abbastı , onun eli koluydu. Abbası da melun bir trafik kazasında kaybettik. Kahvelerde garsonluk yapıyordu, elimi ayağımı toparlayıp ankarada bir iş olanağı yaratılacak, ankaraya gelecekti. Nihayet iş olanağı yaratıldı, bir bakanlığın çok katlı binasının çay ocağı ihalesi alındı. O yılın Şubat başında işyeri teslim edilecekti. Ocağın ortasında İstanbuldaydım. Ona işi anlattım, inanılır gibi edğil heyecanlandı, gözlerinin içi gülüyor. Onbeş gün sonra ankaraya temelli taşınacaktı. Üsküdar beni yolcu etmeye gelmişti. Otobüsün hareket saatine zaman vardı. Ayak üstü bir şeyler aldık, bir masaya oturduk, yemek yiyoruz. Karşımızda kalabalık bir masa var, çoğu genç kız. Kadın. Dikkatini çekmiş, “ nereye bakıyorlar” dedi. “Lan geri zekalı dedim, benim gibi bir yakışıklıya bakacaklar da senin gibi bir salağı görünce yönlerini öte dönüyorlar”. Dakikalarca güldüğünü hatırlıyorum. Ben ankaraya döndüm. Şubat başını bekliyoruz, iş tamam. İhale paarsı ödendi, artık bir işi olacak. İki yeni yetme tutulacak, aynı binanın içinde çay getir, çay götür. Kendi de işin başında duracak, koşturdmayacak, yorulmayacak. Ocağın son günü çalıştığı kahvenin sahibine hesabı kesmesini söylüyor, “ankaraya gidiyorum”. Kahveci hesap görürken oturduğu sandalyeden bir daha kalkamıyor. Abbas haber verdi, bugün ankaraya gelecekti, biletini de almıştık. Abbasın sesi titriyor, “Abbas ne oldu”. Hıçkırığını işittim. Ölmüştü. “Tesadüf” dedim ya… |